Kaybettiğim babamın yokluğunu en çok Kurban Bayramı vakti gelince anladım. Kurban adetlerini, uygulamalarını, önden önden takip eder, kimselere bırakmazdı babam. Eli bıçak tutmasa da, beceremese de, cevval ve gözü pek bir ruh haliyle, canhıraş mücadelesini eksik etmezdi. Ama bu sefer babam yok! Evlatlar öksüzlüğü hissetse de derinlerde, ev hissetmemeli… Annemin evinde bu işi devam ettirecek, bir nevi yaşamı ve işleyişi yürütecek bir eleman olarak bana, büyük oğula iş düşüyordu. Beş arkadaş kurbana girdik. Beşimiz de geleneksel dokudan uzaklaşmaya inatla direnen arkadaşlar... Bayram namazını, kurbanı aldığımız köyde kıldık. Mandırada sıramızı bekledik. Öğleden sonraya kalmıştı bizimkisi. Sıramız gelene kadar sık sık hayvanın yanına gittim. Konuştum onunla. Hatırını sordum. Çenesinin altını sıvazladım. Arkadaşın birisi geldi yanıma. "İyi aldık, en az 50 kilo çıkar bundan" dedi. "Sırtı da dümdüz, babayiğit, inşallah bu bizi sırattan geçirecek!" diye devam etti. Mandıra sahibi kendi kestiğinden kavurma yapmış, sırasını bekleyenlere ekmek arası dağıttı. Üstüne de çay ikramı… Ben yine hayvanın yanına gittim. Sırtını kaşıdım, tekbir getirdim. Dinliyor gibi yüzüme baktı. Gözleri çok güzeldi. Sıramız gelip kasabın yanına giderken, hiç direnmedi. Tekbire devam ettim. Kesilip de canı çıkana kadar elimi üzerinden ayırmadım. Kasap beş parçaya ayırdıktan sonra iş bize kalmıştı. "Et ayırma" denen iş, dünyanın en zor ve bir o kadar da hüner isteyen işlerinden birisiydi. Rahmetli babam bu işi kasaba yaptırırdı. Ama şimdi yalnızız. Diğer arkadaşlar da bencileyin, ekmek, peynir ve domates kesmekten öte gitmeyen tiplerdi. Arkadaşlardan birisi daha hamarattı ve bıçak eline yakışıyordu. İki arkadaş da ona yardımcı durumdaydı. Akşama doğru başladığımız iş, gece geç saatlere kadar sürdü.
Beş arkadaş kan revan içerisinde, yorgun ve bitkindik. Herkes payını aldı ve evine gitti. Ertesi gün, her bayram olduğu gibi dağıtım listemiz, annemin yönlendirmesi ile oluşturuldu. İtina ile hazırlanan dağıtım poşetleri, ilgili yerlere elden dağıtıldı. "Allah kabul etsin!"
Evet! Böyle olmalıydı. Mübarek hayvanın gözümün içine ilk bakışından, canı çıkana kadar geçirdiğimiz süreç… Burası en önemli kısımdı. Dağıtım ve razılık tasdiki ise final diyebiliriz.
Yukarıda anlattığım hatıradan on sene sonra, yine bir kurban bayramı gelmişti. Eski heyecanımın çok uzaklarında, kendimi tanıyamaz halde bir bekleyiş… Kurban seçimi büyük bir mesele olmaktan çıkmış. "Biz sizin yerinize yaparız, o iş bizde!" iddiasında olan bir sürü çatı var memlekette. Suya sabuna dokunmayan bir sürü seçenekten, en suya sabuna dokunmayanını seçmek zor iş! Eh, bu da günümüzün zorluğu tabi… Seçenekler öyle kulağa hoş geliyor ki, kurban bayramı altı ayda bir yapılacak deseler, tamam diyeceğiz; mesele yok! İşin alış veriş kısmı ile ilgili hiçbir sıkıntı yok. Fakat kurban kesimi sonrası, cep telefonuma gelen "Kurbanınız kesildi, Allah kabul etsin" mesajının yarattığı, içimdeki tarifsiz boşluğu anlayamıyorum. Dünyanın neresinde kesildiğini, kimlere dağıtıldığını bilemeden, pay alan insanların gözlerindeki şükran duygusunu göremeden, kurbanın gözünün içine bakıp, sırtını sıvazlarken tekbir getiremeden… Kalbimin razı olamadığına, başka teknik anlatım ve açıklamalarla ikna olmaya çalışıyorum. Konuya hâkim insanlar konuşuyor, "zararı yok, makbuldür!" diyorlar… İçimdeki boşluk kapanmıyor. Boynu bükük, biraz da öksüzüm… "İnşallah" diyorum umutsuz…
Bu arada bayramın diğer bir şöleni var ki, annem artık hiç uğraşamıyor. Gerçi gerek de yok. Baklava böreğin hasını Şehir Pastanesi yapıyor. Keşke diyorum kurban da kesseler… Hepsi bir elden çıkar, böylece, suya sabuna daha bir dokunmazdık… Ve ardından cep telefonumuza bir mesaj gönderseler: "Kurbanınız kesildi. Baklava ve börekler de yendi bitti."
Birçoklarının bu yazdıklarıma tepkisine cevabı ben vermeyeyim. Onu da Nasreddin Hoca'ya bırakıyorum: "Kurbanın kesildiğine inanıyorsun da, baklava böreğin yenip bittiğine neden inanmıyorsun?"