İnsanları bulundukları konuma getiren, hayatlarında onlar için önem arz eden bazı köşe başları vardır. Zamanı yaşarken bu durum çok da dikkatimizi çekmez. Bir kıyıya sırtımızı verip soluklandığımızda ve şöyle bir iç çekip derin derin düşündüğümüzde taşların yerine oturduğunu görürüz. Geçen gün, yine böyle bir ruh halinde 2000 yılında girdiğim Güzel Sanatlar Lisesi sınavı aklıma geldi. Bu konunun ilk bahsi geçtiğinde şehrimize açılacak ilk sanat lisesinde kendimi bir müzik öğretmeni olarak düşündükçe, çocuksu bir heyecana kapılmıştım. On yıllık tecrübeli bir öğretmen olarak bu sınava hazırdım.  Hafızamda yer etmiş mesleki bilgilerim cebimde ve henüz soğumamıştı. Yaparım dedim... Ürün dosyam da hayli kabarıktı. Milli Eğitim’de geçirdiğim süre zarfınca almış olduğum ödüller de cabası...

         Ankara’daki sınav komisyonu, hepsi de ülkemiz sanat eğitimine yön veren, çok kıymetli hocalardan oluşuyordu. Üniversitedeki eski hocalarımdılar. Tanıdık yüz ifadeleri ile sanki “nerede kalmıştık” der gibi bakıyorlardı bana. Samimi bir şekilde ismimin sonuna bey getirmeden konuştular. Ben de onlara, sanki biraz önce dersteymişiz gibi hocam diye hitap ettim. Bir tanesi  “Sen Çorumluydun de mi?” dedi. Evet dedim, gülüştük... Onlar bir yandan dosyamı incelerken, piyanoda Bach Envansiyon çaldım. Öğrenci modunda bir heyecan içerisindeydim. Profesör sıfatlı üç efsane hocaya sınav vermek kolay değildi. İşitme (kulak eğitimi) branşını tercih ettiğim için, bu konunun duayeni Prof. Dr. Ertuğrul Bayraktar aldı sazı eline... Konu ile ilgili çaprazlama sorularla sağlı sollu iyice silkelendim. Verdiğim emin cevaplarla, üniversitedeyken çizdiğim profili bozmayacak şekilde, yüzlerinde olumlu intibalar oluşturmayı başarmıştım. Müzik komisyonları genelde mahkeme salonlarından daha sert ve çetindir. Çünkü müzik ciddi bir iştir. Yanlış ya da uygunsuz bir sese kimsenin tahammülü yoktur. Hele de müzik eğitimcisi adayıysanız. Saygı ile huzurdan ayrılıyorken, beni tepeden tırnağa yoklayan komisyonu, yıllar sonra tekrar görmenin mutluluğunu yaşıyordum. Sınavı kazanan iki kişiden birisi olmuş ve Güzel Sanatlar Lisesi Müziksel İşitme – Okuma ve Yazma Dersi Öğretmenliğim başlamıştı.

                                                                  *

Yirmi yıl sonra bu sefer yine bir komisyon sınavı için Ankara’daydım. Bu kez “Bilim Sanat Merkezleri” sınavına soyunmuştum. Aradan bir hayli zaman geçmesine rağmen, yine aynı heyecan içerisinde sınavı bekliyordum. Bilgilerimi sık kullandığım için daha çok pekiştiğimi, olgunlaştığımı hissediyordum. Ürün dosyam kabına sığmayacak kadar kabarıktı. Hizmet puanım ise, eşi benzeri olamayacak durumdaydı. Yaşım elli, hizmetim otuzu bulmuştu. Belki de hizmetime ve geçmişime bakıp sınava gerek görmeden beni uygun bulurlar diye düşünüyordum.

         Mayısın son günleri, hava sıcak ve ramazandı... Komisyon salonu, konunun müzik olamayacağı kadar soğuk, çıplak ve ayarsız görünüyordu. Salon enstrümandan yoksun, müziğe dair hiçbir emare de yoktu. Etrafa iyice baktım. Hakikaten bir “müzik eğitimcisi” sınavında olduğumu bana hissettirecek hiçbir şey göremiyordum. Bir çay ocağından derme çatma getirildiği belli olan ve sanki biraz önce okey oynanmış olduğu hissi veren masanın etrafında üç şahıs bulunmaktaydı. Gözlerime inanamaz şekilde bir daha, bir daha baktım komisyona... Göremediğim, gözden kaçırdığım bir şey var diye düşünüyordum. Masanın etrafına dizilmiş olan üç komisyon üyesinden birisinin, elindeki kalemle “not alıyor” görüntüsü, ortamın alakasızlığını biraz toparlıyor gibiydi. Bir ara doktorların girdiği tus sınavına geldim diye düşündüm. Karşımda duran üç şahsın, müzik ile ilgili insanlar olduklarına kendimi inandırmaya çalışıyordum.

 “Bir an önce bu iş bitsin” der gibiydiler. Komisyon üyeleri, evraklarımı hızlı hareketlerle kurcaladı. Bir tanesi söze girdi:

-         Neden bu okulun sınavına giriyorsun?

-         Hangi çalgıları çalıyorsun?

-         Biz bu çalgıları kaldırırsak ne yapacaksın?

-         Kitap okuyor musun?

 “Ne işin var burada?” der gibiydiler. Bu sorulara ne cevap verdiğimin hiç bir öneminin olmadığını düşünmeye başlamıştım. Komisyonun amacının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu gün gibi gözükmüş ve ortamı anlamaya çalışan düşüncelerim son bulmuştu. Bir iki cümlelik, tam da onların umduğu şekilde, kimseyi üzüp incitmeyecek, kısa cevaplar verdim. Eğitimle alakalı olduğunu düşündüğüm bir tek son soru vardı. O soruya biraz daha özenli cevap verdim. Onlara yazdığım kitap ‘tan bahsettim. Konusunu bile sormadılar... Üç dakika sonra, güzide komisyonu ardımda bırakarak memlekete döndüm.

Akşama iftar sofrasında, kahramanlarını bekleyen oğullarım heyecanla sordular:

-         Nasıl geçti sınavın baba?

Onlara 2000 yılında girdiğim komisyon sınavını anlattım. Olması gerekeni... Kafalarında kurmaya çalıştıkları memleket profilini bozmamalıydım. Bu kötülüğü onlara yapamazdım.  Hayranlıkla dinlediler beni.  Ve küçük oğlum dayanamayarak, zaferimi tasdiklercesine bir nara attı: “Yaşa baba!”