Evlilik, insanın en uzun yolculuğuna çıkması demektir. Hele bir de aynı yastıkta bitecekse… Bu niyetle başlar yolculuk! Zaman içerisinde cereyan eden yol kazaları istikameti değiştirecekmiş gibi olsa da sağduyu, fedakârlık, özveri gibi duyguların marifetiyle tedavi eder, onarır kendisini. Bu işin harcı sevgidir. Sevgi olmadan yukarıda saydığım elementlerin de yola hiçbir katkısı olmaz. Bir insan sağduyu fedakârlık ve özveri yumağı içerisinde bulunsa bile yetmez ona! İlle de o kelimeyi arar gözü kulağı… Sırf bunu duyamadığı için dahi, gün geçtikçe yıpranmalar, aşınmalar ve yozlaşma başlar. İnsan sevgi dışında sayılan her şeyi somut görebilir. Bir tek o görünmez, hissedilir sadece. Oysa insan nedendir bilinmez onu somut olarak görmek ister. Ete kemiğe bürünmüş halde, hiçbir açıklamaya, tarife gerek kalmaksızın. Hatta ifade ettiğimiz o alt elementler olmasa bile, tek başına yeter o kelime! Etrafındaki her şeyi açıklayabilen, ifade eden, atomu parçalayan insan bu çelişik duruma çözüm bulamaz. Gündüz kadın kuşağında yayınlanan programlarda iş bu mevzu ile başa çıkamayıp hayatlarını karartan insanların öykülerini izlemekteyiz. O kelimeyi yanlış anlayan, anlayamayan bir sürü insan…
İnsanın besini, ekmeği, aşı sevgidir. Onsuz ölür. Ölmese de bir canı kalmaz. Bir ayağı çukurda insan da böyledir. Yaşarmış gibi yapar. Tek yaşam belirtisi, aldığı nefes ve onu ayakta tutan omurgasıdır. Sevilmek ister insan. Kendisi sevmese de… Sevgi olsun da tek! Kimseye göstermediği sevgiyi herkesten beklemek biraz tuhaf kaçabilir. Olsun! Razıdır her türlü…Sevilsin yeter!
Aşk ise seven ile diğer sevenin kavuşma anını betimleyen ve bir çerçevede sergilenmeyi hak etmiş, ertesi günü tereddüt, endişe ve bilinmezliklerle dolu hâldir sadece… Günümüz ağzında sakız olmuş Aşk'ı bir kenara bırakırsak, cümle içerisinde kullanmadan önce, iyice düşünmemiz gerekir. Hiçlik makamına eşittir o. Her ortamda, her meydanda, her sohbette dile alınamayacak kadar da kutsaldır. Bir insanın sevgi kelimesinden önce aşkı dillendirmesi onun cahilliğini gösterir. Sevgi, muhabbet, halis duygular olmadan neyin aşkından bahseder şu insan! Tarifi yok ki baksın, öğrensin! Hiç kimsenin bu kelimeyi ucuzlatmaya hakkı yoktur. Titrer insan! Korkar, ürker, imtina eder…
Türk Müziği'nin duayenlerinden Alâeddin Yavaşça bu konuyu çok güzel ele almış:
Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok!
Üstadın burada bahsettiği bahçe neden solmuş? Soru bu! Yaşlılık mı? Hayır. Hastalık mı? Hayır! Bülbüllerin şakıdığı o güzel bahçe neden kurumuş? Sevgisizlikten mi? Ona da hayır! Bu sorunun cevabı olsa olsa ilgisizlikten olabilir. Her gün sulamazsan, gidip yanına bitkilerle konuşmazsan, diplerini çapalayıp rahat nefes almalarına özen göstermezsen, gevezelik yapan o bülbüle sen de laf atmazsan bahçe ne yapsın?
Küçükken sorulan lüzumsuz sorulardan birisini hatırlarım: Anneni babanı seviyor musun? Bu nasıl bir testtir? Dünyanın en saf, en masum yaşındaki bir canlıya sorulacak soru mudur bu? Derdin ne senin amca? Ne duymak istiyorsun? Canımdan bir parçaya ben ne diyeceğim? Ağzım sevmiyorum dese, kaşım, gözüm itiraz eder! Bu ne densiz, samimiyetsiz, usturupsuz bir sorudur! Annem böyle durumlarda oracıkta bağrına basar,beni içine düştüğüm bu durumdan kurtarırdı.
Sevgi dile gelmez, ifade eder kendisini zaten. Gerek bırakmaz söylenmeye… Hele aşk hiç! Etrafımda bir sürü insan var sevdiğim. Hissettiririm onlara. Karşılık verene de vermeyene de… Anlarlar onları sevdiğimi. Hissederler…
Çarşıya çıktığımda yanına yamacına vardığım bazı insanlar var. Onlarla da yollarda, sokaklarda, dükkânlarda tanıştık. Babamın oğlu değiller. Tanıştığımdan beri sevdiğim, muhabbetlerinden güler yüzlerinden keyif aldığım, beslendiğim… Ahlatçı Kuyumcu' da Aydın, Diyanet Kitabevi'nde Muammer, Diyarbakırlı Tatlıcı' da Arif, Şehir Pastanesi' nde Fuat Abi ve yine burada çalışan kısa boylu zayıf abla, pasta süsü poşeti yapan Kenan Abi, hemen yan dükkânda döner kesen Mehmet Usta… Bunların hiçbirisine de ne sevdiğimi söyledim ne de onlardan duydum. Gerek te yok. Biliyorum. Seviyorlar beni… Hissediyorum.
Kelebeği dinlettim çocuklara. Bu ne hocam dediler. Aşk şarkısı dedim. Şaşırdılar… Bu nasıl aşk şarkısı hocam! Haklıydılar… Onların bildiği, dinlediği ezber ettiği üslup yoktu şarkıda. Ne sevdiğine ulaşamayan bir sevgili ne de derme çatma kafiyelerle birbirine tutturulmuş sözcükler vardı. Samimiyetsiz, reyting amaçlı yapıldığı her halinden belli olan şarkılara hiç benzemiyordu. Sadece kelebeğin bir günlük yolculuğu ve yaşama tutunma serüveni… Ufacık bir larvadan çıkıp, çırptığı kanatlarla büyüyen, renklenip, doğada onun için hazırlanmış ortamlarda süzülen, narin ve bir o kadar ince tabiatına rağmen olanca şevk ve arzusuyla oradan oraya raks eden kelebek… Şarkıda bir tek o söz geçmiyor. Cümlenin tamamı her şeyi söylese, sanata ne gerek kalırdı ki! Şimdi buraya çocukların bir türlü anlam veremediği aşk şarkımın sözlerini yazıyorum:
Rengârenk kanatları çırpınıyor bir umutla
O da herkes gibi tutunmak için hayata
Biliyor yol çok kısa, yarın hiç olmasa
Kanatlarındaki renkler hiç silinmeyecekler…
Kim öğretti kanat çırpmayı sana?
Bana da öğret…
Kim boyadı seni baştan aşağa?
Kim boyadı kelebek?
Söyleyeceğim sırrımı sana insanoğlu
Ama önce bir şartım var, dinle beni, iyi dinle
Söz ver, insanlara tepeden bakmayacaksın
Söz ver, kanatlarından bombalar bırakmayacaksın!
Not: Bir yerde doğruluk, iyilik ve güzellikten bahsediliyorsa etrafınıza bir daha bakın; Orada sevgiyi ve hatta biraz şanslıysanız aşkı da görebilirsiniz.