Necmettin Birkan… İsmi unutulacak gibi değildi. Bakan, iş adamı, büyük adam ismi gibiydi. Belki de babası büyüyünce büyük adam olsun diye bu ismi uygun görmüştü ona. Büyük Adam'ın sınıftaki duruşu maalesef hiç de ismi gibi değildi. Sınıfın en tembeli, kirlisi ve uyumsuzuydu. Kimseyle oynamaz, konuşmaz, diyalog kurmazdı. Bense ona uzaktan baktığımda, sakladığı ve bir türlü görmemize izin vermediği taraflarını merak eder, boş bakışlarının ardındaki hikâyesini anlamaya çalışırdım. Sonuçta o da bir ananın evladıydı. Nice ninniler, nasihatler ve umutlarla gelmişti buralara. Kolay mıydı insanoğlu olmak?
Bahçede kendi kendine dolanıyordu. Yanına geldiğimi anlamadı bile. Sonra kafasını kaldırıp baktı. Hiç oralı olmadan, yokmuşum gibi yerlere bakmaya devam etti. Gölge etme, başka ihsan istemem diyordu. Cebimden bilyelerimi çıkardım. Üç beş tanesini uzatıp oynayalım dedim. Ben bilmem dedi. Kolay dedim. Bilyem yok dedi. Bunlar senin olsun dedim. Olmaz dedi. Olur dedim, üsteledim. Eğer bunu başarırsam, Necmettin ile oynayan ilk çocuk olacaktım. İleride büyük adam olduğunda benden böyle bahsedecekti. Okulda beni fark edip elini uzatan ilk ve tek arkadaşım… Evet, böyle anılmak çok güzel olacaktı. Olmadı. Başaramadım. Yarın yine denemeliydim. Olmazsa bir sonraki gün…
Ertesi gün teneffüste yine yanına gittim. Doğum gününü sordum. Amacım doğum günü bahanesiyle ona bilye hediye edebilmekti. Doğum günüm yok dedi. Öyle şey olur mu, herkes bir gün doğmuştur dedim. Beni doğmamış farz et dedi.
Necmettin'in içinde bulunduğu durum beni iyiden iyiye meraklandırmıştı. Doğum gününü bile bilmeyen ya da umursamayan bir çocuk! Bir insanın en çok değerinin bilindiği, kadrinin kıymetinin hissettirildiği gün değil midir doğum günü? Herkesin içinde bulunmaktan huzur bulduğu, mutluluktan dört köşe olduğu ve bir insanın unutacağı en son gün değil midir bu gün?
Sınıfın ayaklı kütüphanesi arkadaşım anlattı Necmettin ile ilgili bilmediklerimi. Yakın zamanda babası annesini boşayıp yeni bir anne getirmiş eve. Boş boş, uzaklara bakışı ondanmış meğer. Bir insan sürekli uzaklara bakıp duruyorsa bilin ki orada anasını arıyordur.
Bu haliyle Necmettin, bakan olmanın çok uzağındaydı. Ondan bir şey olmazdı böyle. En azından gözünün önüne bakmayı becerebilse! O da yeterdi. İşte büyük hikâyelerin başladığı yer tam da burasıydı. Bitmişliğin içinden fışkıran cevher! Yoktan var olma… Sihirli bir dokunuş ve silkelenerek ayağa kalkış! Bütün klasik olmuş filmler bunu anlatmaz mı? Niye olmasındı?
Olmadı!
Herkes onu terk edildiği sınıfın dibinde unuttu. Öğretmen de… Yoklamada sıra ona gelince burada demiyordu. Yoktu! Yokum diyordu. Ödevini yapmadığına bile kızmıyordu öğretmen. Onu bizden kılan tek şey siyah önlüklerimizdi. Teneffüste daha iyi hissediyordu kendisini. Uzaklara daha rahat bakabiliyordu. Orada annesi ile baş başaydı. Ders saati, annesini görebilmek için beklemesi gereken bir süreydi sadece. Bunu anladıktan sonra onu teneffüste rahatsız etmedim bir daha…
Defterdeki en havalı isim, müfettişin de dikkatini çekti ve sordu, kim diye… Öğretmen yok, bugün gelmedi dedi. Okul bitene kadar ismi yoklama defterinde yer kapladı.
Yıllar sonra gördüm onu. Kâğıt topluyordu. Seslendim. Duymadı. Israrla seslendim. Yine duymadı. Yanına gittim. Omuzuna dokunup Necmettin dedim. Gözlerinde aynı bakış, aynı ifade… Annesini halâ bulamamış, belli…
- Karıştırdın birader, ben o değilim…
Oydu. Necmettin Birkan… O gözleri, o bakışı unutmam mümkün değil. Anasından alıkonulmuş çocuk bakışı! Yine yokum dedi. Hiç olmadı ki zaten. Onu son görüşümdü.
Geçenlerde bir grup dönem arkadaşı ile bir araya geldik. Necmettin'i sordum onlara. Birkaçı çıkaramadı. Birisi hatırladım, arkada otururdu, sessiz sedasızdı dedi. Sonra bir tanesi yaşadığımız komik anları hatırlattı, güldük…