Üzerine titrediğim, elini hiç bırakmadığım çocuğun hikâyesini anlattım; Beni… Yanımdakileri, komşuları, sokaktakileri, kulaklarımın duyduklarını, şahit olduklarımı. Yanından geçip görmediklerimi, sonra hatırlayıp döndüğümde bana küsmüş olduklarını gördüklerimi; Herkesi… Bana dokunanı, dokunmayanı, elini uzatanı uzatmayanı, görüp yolunu değiştirenle birlikte, nâralar atarak koşup yanıma geleni… Şu uslanmaz doğruculuk yüzünden kaybettiklerimi, sahte yılışık ağzıyla kurduğu cümlelere katıldıklarımı. Ne kadar da aklım orada kalsa da gidemediklerimi, kucaklayıp içime sokmak isteyip bir türlü yaklaşamadıklarımı, tam da güzel bir söz söyleyip kalp fethedecekken oracıkta basiret bağlanması yaşayıp ağzımı açamadıklarımı. El âlemin derdini anlatacağım derken ağzını açma fırsatı veremediğim çocuğu anlattım; Beni…
Bir keresinde, çok çalışmaktan bir hafta boyunca yüzünü görmediğim babamın karşısına dikilmiştim. Bu benim büyüme eşiklerimden birisiydi. Babamın karşısına dikilmek! Bu ne cüret! Küstahlıkla suçlanabilirdim. Göze aldığım bu çıkış, babamı tamamen kaybetmekle sonuçlanabilirdi. Yüksek tondan neredesin dedim ona. Sabah kahvaltıda yakalamıştım onu. En sakin, en munis olduğu zamandı bu an. Kahvaltı sonu, keyif çayına eşlik eden o bitmez tükenmez sigarası ve göz gezdirdiği gazetesiyle birlikte… Belki de bu küstahlık, bu ânın babamın üzerinde oluşturduğu rehavete bir güvendi. Bazen aklıma geldiğinde, bunu nasıl yapabildiğime şu an bile şaşıyorum.
- Bir şey mi var?
Daha ne olsundu! Soru yanlış… Çok şey var! Nereden başlayım ki? Diyemedim tabi… Gözlerimin içine baksa, babamı istediğimi görecek. Çay, gazete, sigara üçgeninde benim ne kıymetim vardı ki? Hayır dedim içimden. Bu kaostan bir an önce sıyrılmalıydım. Bu kısırdöngü bizi buralara getirmişti. Derdini söylemeyen derman bulamazdı ki! Kaşımdan gözümden şu durum anlaşılamazdı ki! Bugün o gündü…
- Bir haftadır yoksun. Göremiyorum seni. Herkesin babası her gün evde. Neden sen yoksun?
Babam nihayet gözünü gazeteden ayırmış bana bakıyordu. Karşısına dikilmiş çocuğun bir delikanlıya dönüştüğünü görüyordu. Normalde böyle bir durumda azarı basması gerekirdi. Öyle yapmadı. Çay bardağını elime verdi, doldur şunu dedi. Ses tonu benimkinden yüksek değildi. Olmuştu… Başarmıştım. İşte bu kadardı! Keşke daha önce deneseydim diye düşündüm. Babama çok daha önce kavuşabilirdim. Çıkışım meyvelerini vermeye başlamıştı. Babam her gün akşam yemeğinde evdeydi artık. Bir babaya sahip olduğunu bilmek yetmiyor insana. O, yanı başında olmalıydı. Ya da belki, insanlar kendilerine ihtiyaç olduğu kadar ortalarda görünüyordu. Belki de biz babama, ona olan ihtiyacımızdan hiç bahsetmemiştik.
*
Geçtiğimiz Perşembe, haftada bir gün derslerine girdiğim Şehit Abdullah Tayyip Olçok Anadolu Lisesi'nde bir sürprizle karşılaştım. Üçüncü saat dersine girdiğim sınıfı, aşağıda bulunan konferans salonuna indirmem istendi. Hemen her gün bir faaliyetin gerçekleştiğini bildiğim okulda, böyle bir talep çok normaldi. Salon öğrencilerle doluydu. Ben de önlerde bir yer bulup programın başlamasını beklemeye koyuldum. Sahne, ortada iki konuşmacıya hizmet edecek şekilde dizayn edilmişti. İki mikrofon, iki su da masanın üzerindeydi. Okul Müdürü Mustafa Hekim kolları sıvalı gömleği, yarıda bıraktığı bir işe ara vermiş haliyle, soluk soluğa geldi. Bu durum bile programın hassasiyetini, önemini ifade ediyordu. Nihayet programı sunmak üzere Okul Müzik Öğretmeni Aycan Leblebici kürsüye geldi. Sahnenin kurgusundan, öğrencilerin hareketlerinden, her zaman yapılan rutin bir program algısı oluştu bende. Aycan Öğretmen, müzik kulübünün bir çalışması olduğundan bahsetti. Bu ayki faaliyet programında bir yazar ve kitabını tanıyacaklarından bahsediyordu. Sonra, kitabın yazarı aramızda bulunuyor demesiyle birlikte sahne perdesinin açılması bir oldu.
Fon müziğinin eşlik ettiği sahne duvarına, sosyal medya marifeti ile önceden toparlanmış bana ait görseller ve öykü kitabım Mavi Flüt 'ün kapağı yansıtılmıştı. Babamla yan yana fotoğraflarımız…
Benim için hazırlanan o büyülü ortamda, duvarda duran babama ve yanındaki çocuğa bakıyordum. Aslında o hep yanımdaydı. Benimleydi. Bir haftalık gidişlerini yokluk sanmıştım. Yirmi üç sene önce temelli giderken de öyle sanmıştım. Şimdi burada bizim için hazırlanan bu müstesna sahnenin konuklarından birisiydik. O ve ben!
Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum; Mustafa Bey, Aycan, öğretmen arkadaşlar, Bihter, Aybar, Yaprak, kitabı okuyup beni soru yağmuruna tutan bir salon dolusu öğrencilerim… Bu teşekkür nasıl edilir ki? Bu dil şu duygularımı nasıl ifade eder ki?
Umut ediyorum ki babam orada bir yerlerde, sabah çayına eşlik eden gazetesinde şu satırları okusun…