Seksenli yılların başları. Yurt dışında çalışan bir arkadaşı, babamdan, adaklık kurban kesmesi için yardımda bulunmasını istemiş. Hatırını kıramayacağı eşin dostun bu tür isteklerini, devlette takip ettiği işler gibi kabul eden babam, buna da hayır diyemedi.
Bir pazar sabahı babam "kalk giyin" dedi. O ana kadar nereye, ne için gittiğini bilmeyen ve yine o ana kadar tek kılavuzu babası olan, on beş yaşında bir çocuktum. Babamın arkasından yürümek… Böyle bir amiral gemisinin arkasından giderken "nereye gidiyoruz" diye sorulur mu? Düş peşine, sesini çıkarma, sus! İşine bak! Babam ne yaparsa iyi yapar, güzel yapar. Bu düşüncenin bana yetmesi lazım ama nerde… Hiç mızıldanmıyordum. Müthiş bir olgunluk ve teslimiyet içerisinde, rotadan şaşmadan, babamın hızlı adımlarına ayak uydurmaya çalışıyordum. Babamla bir yerden bir yere yürümek büyük dersler içerir. Alana tabi… Yol üstünde tanıdığı birçok kişiye selam verir, lüzumuna göre sohbet eder. Bakkalı çakkalı, işçisi, bekçisi, kimle konuşsa, nezaket ve saygı sözleri oluşur ağızlarda… Hoşgörüyü, inceliği, hürmeti öğreten dersler… Her selamın, sohbetin sonunda, yolumuza devam ederken, ardımıza baksam, onların da bizimle yürüdüğünü göreceğim sanki… Amiral gemisinin bir parçası olmak gurur veriyor… Yürü baba!
Gittiğimiz yer, depoya benzer bir yerdi. Oldukça dağınık olan deponun içinde, küçük, gülen bir bebek suratı bize bakıyordu. Dört ayağı üzerinde olmasa ve "meee" demese, bebek sanacaktım. Bu bir keçiydi… Bu kadar yolu bir keçi için gelmek… Ben amiralin arkasındaydım. O ne derse, onu yapacaktım. "Ne işimiz var bu keçiyle?" diyeceğim; diyemiyordum…
"Tut şunu" dedi babam. "Neresinden ve nasıl?" diyemedim. Önce bir el ense atayım, yoklayım dedim. Geri kaçtı, tutturmadı kendini. Babama karşı iş becerir olmak, dediğini yapmak istiyordum. Boynuna sarıldım. Geri çekti kendisini. Elim uzun tüylerinden sıyrıldı. Acıdı… Bir yandan elimin kesildiğini hissedemedim. Sadece bir acı… Bebek suratlı, güzel sesli bir keçi bana ne yapabilirdi ki? Art arda hamlelerim bir sonuç vermiyordu ki babam girdi araya;
"Sen çekil" dedi. Benimkilerden çok da farklı olmayan hamlelerle, keçiye hakim olmaya çalışıyordu. Onun da elleri kesilmiş fakat keçinin inadını kırmaya yetmemişti. Babam ve ben keçinin direnci karşısında yorgun ve çaresiz düşmüştük. Şirin suratlı, tatlı sesli keçi, dehşetli ve bir o kadar da ürkütücü hale gelmişti. Yarım saate yakın bir mücadelenin sonunda, hala depodan çıkaramamış ve keçinin zaferi altında eziliyorduk. Kesik ellerimizle, yaka paça dağılmış haldeydik. Bu tabloda gülümseyebilen tek canlı keçiydi.
Sonunda babam, idareyi eline aldı. Keçiyi kulaklarından yakaladı. O, kulaklarından çekerken, benim de arkasından iteklememi istedi. Bu metot işe yaradı. Keçi yola gelmiş, istediğimiz gibi hareket etmeye başlamıştı. Avuçlarımda ki kesiklerin acısı, babama "büyümüş" gözükmenin yanında hiçti… Nihayet keçi, deponun dışında ki avluya çıkmıştı. Biraz sonra, babamın önceden anlaştığı bir kasap geldi ve işini yapıp gitti. Kasap bizim kadar kirlenmedi ve yorulmadı. Hele elleri tertemizdi… Daha sonra babam, keçinin etini, derisini ilgili yerlere, fakire fukaraya dağıttı. Babam verdiği sözü tutmanın, ben de babamın gözünde "büyümüş" olmanın hazzını yaşadık.
Birkaç gün sonra kurbanın sahibi babamı aradı. Vazifenin yerine gelip gelmediğini, paranın yetip yetmediğini, etlerin uygun yerlere gidip gitmediğini sordu. Telefonun ucundaki tanıdığa, tahminen söylediği fiyatın üzerine çıktığından, at arabasına ve Kasap'a verilen ücretin, yekûnu artırdığından bahsetmedi. Hayır için yapılan bir işti bu sonuçta… Böyle şeylerin lafını ağzına almak!
Babam, kesiklerin acısını çoktan unuttuğu avuçlarında, tuttuğu telefonun ahizesini kapatırken, sükûnetle şunları söyledi:
"Allah kabul etsin!"