İçinde yaşadığımız ev, sadece üç odası bir salonu olan, mutfağı, kileri banyosu ile insanlara barınma ortamı sağlayan fiziki bir yapı değildi. Bazen asma yaprağından bir sarma bazen güneşin yüzüme vurduğu, uyanamadığım bir sabah bazen de Pazar sinemasıydı. Annemin bitmeyen şarkısının duvarlara kazınmış sözleri vardı orada; Bestelenmeyi bekleyen… 
Bir intro ile başlardı günün eseri… Müzikal bir tat içerisinde dinlerdim o günün planını. O günün seyir defteri de diyebiliriz. Kulak ucuyla dinlediğim konu başlıklarının arasında ben de kendi programımı oluştururdum. Bana özel, yapmamı istedikleri bir iş yoksa serbesttim. Bugün Çarşamba olmadığına göre böyle bir durum söz konusu değildi. Gün benimdi… Her anına hükmedebildiğim, hesabının sorulmadığı… 
Buralarda neredeydin sorusuna dışarıda, sokakta, çarşıda yerine "kapıdaydım" derler. Bu cevabı çok düşündüm. Kurulan cevap cümlesi neden kapı ile başlar ki? Çünkü evin en uzak kısmı kapıdır. Bir adım ötesinin dışarısı olması ürkütücüdür. Eğer kapı civarındaysanız, uzaktasınızdır. Eşiğe gelmiş birisi gitmiş, gitmeyi kafaya koymuş demektir!  Kapıya kadar gelip geri dönenini görmek çok nadirdir. Geri dönmeyip gitmek çok olası ve normaldir. Bu dediğim tecrübelerle sabittir: Ne oldu, ne var, bir şey mi unuttun, niye geri döndün, hayrola!...
İşte bu yüzden biz, neredeydin sorusunun cevabına "kapıdaydım" deriz. Şaşırtmayız insanları; Çekip gideriz!
Nereden geliyorsun sorusunun cevabı da yine aynı yerde saklıdır: Kapıdan… Evin en uzağından geliyorum; Kapıdan… Son görüldüğüm yerden. Ben bu eve ilk gelirken de babam en son çıktığında da bu kapıyı kullandık. Güle güle gittik, güle güle geldik. O hariç…  
Evimizin kapısı gelenden gidenden, neredeyse hiç kapanmazdı. Bu görüntüsüyle kapının girişindeki ayakkabı ve terliklere bakılarak, evde bir mevlit ortamı olduğu sanılabilirdi. Mutfakta bir çalışma, ocakta demlik kaynaması hiç bitmezdi. Gün içerisinde kapı zilinin çaldığını hatırlamam. Kapının görevini yapmadığı zamanlardı. Tüm komşular elinin işini alıp sanki büyük bir evin yan odasına geçer gibi, soluğu bizde alırdı. Bu yüzden, aileniz kaç kişi sorusuna verdiğim "dört" cevabı hep tuhaf gelmiştir bana…
Kapı, iyice bakıldığında aynı zamanda bir sırat köprüsüydü. Eşikten geçerken göğsünü gererek girmek, hak etmek ve bundan emin olmak gerek… Bir adım ötede ulaşacağı yuva ortamına, hesapsız sahip olma küstahlığını yaşamamalı insan. "Zaten benim" duygusu ile şımarmamak… Doğuştan ona verilen, dünyanın bu en müstesna nimetinin farkında olmak. Bu mânâda şükre nereden başlayacağını bilememek… 
İçimizde eşiğin hakkını en çok veren babamdı. Anahtar taşımaz, hep zil çalardı. İyi ki de öyle yapardı. O zile koşmak gibisi yoktu! Zil çaldıktan beş saniye içerisinde kapı açılmazsa çok ayıp etmiş olur, özür dilerdik. Babam hiç kapıda kalmadı. Biz çok kaldık. Bir keresinde içimizdeki en ufak sıfatıyla teyzekızını dördüncü kattan iple sarkıtıp kapıyı açabilmiştik. Babam bunu hiç bilmedi. Ona bu dünyada tüm kapılar sonuna kadar açıktı. Umuyorum ki orada da…
Asansörlü binada oturuyorum. Bazen nostalji amaçlı merdiven kullanıyorum. Haliyle kapıların önünden geçiyorum. Kapılar tertemiz, hiç aşınmamış, açılmamış…  Haliyle soğuk… Kırk yılın başı açılacak halleriyle, üzerlerinde welcome, hoş geldiniz yazıları… Apartman girişinden birisi zile basıyor. Ses yok! Israrla bir daha, bir daha… Sonunda ne istiyorsun gibilerden "kim o!" Neredeyse cehennemin dibi diyecek… 
Gelen kargo! 
Desene… Ben de birisi geldi sandım! Hemen açıyorum…