Mucize ve keramet içerisinde gizem barındıran, batini bir yapısı olan kelimelerdir. Aynı zamanda netamelidir; tartışmaya açıktır.
Mucize, Allah'ın Peygamberlerini desteklemek için gösterdiği harikulade bir hal ve fiil iken keramet de benzer bir şekilde Allah'ın razı olduğu ve kıymet verdiği salih kullarına bir ikramı, hediyesi ve ihsanıdır.
Keramet ve mucizenin farkı birisinin nebiler eli ile diğerinin ise veliler eli ile ortaya çıkması.
Keramet sahibi veli, o harika hali kendisi irade etmediği gibi meydana gelişinde de bir dahli yoktur. Allah, kendi rızası için çalışanlara, gayretlerine mukabil bir ikramda bulunmuş; keramet tezahür ettirmiştir. Çoğu kere olup bitenin halk farkında ama veli farkında olmayabilir..
Her iki kavram da istismara müsaittir. Atasözleri ve deyimlerde kerametin bu yönüne dikkat çekilir.
"Sakalda keramet olsaydı keçi şeyhlik ederdi."
"Kerameti kendinden menkul."
"Şeyh uçmaz, mürid uçurur."
İnsan ne aptaldır! Mucize içindeyken mucize bekler.
Ömer Seyfettin'in "Keramet" hikâyesini okuyanlarınız mutlaka vardır. Okumanızı tavsiye ederim; memnun kalırsınız.
Şimdi de bizim hikâyeye göz atalım:
Abdullah, hacca niyet eder, nasip olur ve gider.
Hac, yapısı gereği meşakkatlidir. Nefis ve Şeytan ikilisi orada tam mesai çalışırlar. Aralık kapı buldukları anda kalbi işgale, zihni ifsada dalarlar.
Kalbin ve beynin selameti için hac, sabır gerektirir.
Orada şu cümle sık sık tekrarlanır:
"Hacı sabır"..
"Hacı sabır"..
Abdullah, sabırlıdır. Sabırsız konuma düşmemek için önlemler alır.
Tabiatı ve imkânı sebebiyle gittiği şirketin kurallarına pek uymaz, yedikleri yemekten yemez. Servis araçlarına da binmez. Bunu gurur ve kibir babında yapıyor değildir. Siz buna ister hastalık deyin, ister hassasiyet, isterseniz başına buyruk olmak deyin.
Rutin hac menâsiki yapılır.
İlave umre ve tavaf yapmada hacılar, adeta birbirleriyle yarışırlar. Gelenler de manevi hava tavan yapmış, aldıkları hazzı, gördükleri rüyaları keramet tadında aralarında anlatmaya başlarlar.
Zira orada her şey sayılı, her şey özel, her şey güzel.
Bakana, görene..
Yat-kalk ibadet, ye-iç ibadet…
Abdullah, grup hocasını bir gün yakalar.
"Hocam, ne oluyor, herkes bir havalara girmiş, keramet gördüğünden bahsediyor. Ben niye bir şey görmüyor ve hissetmiyorum. Benim haccım kabul edilmemiş olabilir mi yoksa? Ben de bir anormallik mi var".
Hoca, Abdullah'ı bir kenara çekip:
"Aslanım, hacılar senden ve senin kerametinden bahsediyorlar" deyiverir.
Abdullah, Mekke'ye vardığında bir lokanta ile anlaşır; arzu ettiği yemekleri istediği zaman yemek üzere.
Bu yetmez, lokantanın yanında bir mobilet/motosiklet görür, onu satın alır.
Bir-iki şartla; mobilet sahibi otelin uygun yerinden alıp Beytullah'a getirecek, tavaf bitince geri otele götürecek. Kalış süreleri bitince de aracı sahibine hediye/iade edecek.
Şeytan taşlamaya bile böyle gidip gelir.
Servis bekleme, trafik derdi yok, kullanan da Mekke'yi bilen birisi. Abdullah onun arkasında, ibadetine de ticaretine de gidip gelir.
Grup arkadaşları bir bakıyorlar, Abdullah otelde yanlarında, servise binmiyor ama bir bakıyorlar Kâbe'de. Otele geliyorlar, Abdullah otelde, Kâbe'yi tavafa gidiyorlar Abdullah Kâbe'de. Abdullah onlara göre bir anda orada, bir anda burada.
Allah, Allah…
Keramet denilen şey, böyle değil mi zaten.
Oysa Abdullah, mobiletle gidip-geliyor, onların bundan haberleri yok.
**
Vesselam..