Konya'ya geldiğimiz ilk günlerde önce Alaattin Cami'ni ziyaret ettik. Tamiratta olduğu için içine giremedik. Ertesi gün de Mevlana Türbesi'ne gittik. Bizden çok yabancıların bulunuşu dikkatimizi çekti. İçeride ney sesiyle birlikte lahüti bir havanın hakim olduğunu hissettim. Mevlana'nın ve babasının kabirlerini hürmetle ziyaret ettim. Müze kısmında ise hiç görmediğim tarihi eserleri ve belgeleri gördüm. Mevlana dergahının sembolleri de bambaşkaydı. Görülmeden geçilemezdi.
İkinci dönemde Çorum'dan gelen dostlarımızla Mevlana Türbesi'ni defalarca ziyaret etme fırsatı buldum. Her defasında da aynı heyecanı duydum.
İkinci dönemin başlarında annemle babam, uçakla hacca girmişlerdi. Onları yolcu etmek için iki günlüğüne Ankara'ya gittim. Büyük bir heyecanla onları Beytullah'a yolcu ettim. Dönüşte babam, Ahmet eniştemle beraber Konya'ya beni ziyarete gelmişti. Babam, bana ilk defa sarılıp ağlamıştı. O sarılışı, hayatımda ilk gördüğüm olaydı. Bunu hiç unutamam. Ertesi yıl babamla annem yine hacca gittiler. İsmail dedemle babaannemin yerine haccettiklerini söylediler. O zaman da yolcu etmeye gittim ama dönüşte Konya'ya uğramadılar.
Yüksek öğretimin böylesine gevşek oluşu, pek çok arkadaşımızı tamamen gevşetti. Ders çalışma yok, sınav, sorumluluk yoktu… Günümüzdeki gibi vize sınavları bile yok. Hocalarımız bizlere şu teksirlerden sorumlusunuz dese de bize sanki o günler hiç gelmeyecekmiş gibi geliyordu. Ama bazı hocalarımız, şu günlerinizi iyi değerlendirin, sizi hayata ve mesleğe hazırlayan kitaplar okuyun, bir daha bu fırsatı bulamazsınız diyorlardı. Biz de bunu dikkate alarak seçme kitaplar okuyorduk.
Fırsat bulduğumuzda şehre gelen ünlülerin konferanslarına gidiyorduk. Onlardan biri de Muhammed Hamidullah idi. Duyar duymaz büyük bir heyecanla gittik. Hamidullah, Arapça konuşuyordu. Asistanı Yusuf Ziya Kavakçı da Türkçeye çeviriyordu. İlk defa böyle bir konferans izliyordum.
Hamidullah, devrinin en büyük alimlerinden biriydi. Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Rusça, Urduca'dan başka en az on beş kabile dili biliyordu. Çok iyi de Türkçe biliyordu. Fransa Sarbon Üniversitesi'nde profesördü. Türkiye'de Türkiyat Enstitüsü'nde kürsüsü vardı.
-Öndeki kırmızılı, falanın kızı, kalk da iki döneleyiver, gibi laflar ederdim.
Kadınlar, bundan huylanmışlardır:
-Hay bacım, bu kör değil. Vallahi görüyor. Yoksa bizim kızları, kıyafetleri nasıl bilecek, denemeye başlamışlar. Ondan sonra Kör Ahmet neyi dinlemediler. Benim önümde de perde gerdiler.
Kör Ahmet, bir tarafta udunu konuşturuyor, bir tarafta da hatıralarını anlatıyordu. Program Kör Ahmet'in konserine dönmüştü. Biz de bu tür eğlence programlarını takip eder olduk.