Çorum Özgür Der Şubesinin organize ettiği ve depremzedeler için hazırlanan her biri 500 TL değerindeki 1250 koli gıdayı dağıtmak üzere geçtiğimiz Cuma günü yola çıktık. Asıl hedef Hatay ve oradan da İdlib bölgesi olsa da yol güzergahımızda bulunan ve Çorum Valisi Mustafa Çiftçi'nin koordinatörlük yaptığı Afşin'e uğrayarak, Çorumluların gönlünde taht kuran değerli valimize bir selam vermek istedik. Depremin ilk günlerinden bugüne Afşin'de bulunan Valimiz Mustafa Çiftçi, aslında ciddi bir yıkım ve hasar olmasına rağmen çok fazla gündemde olmayan bu ilçede Çorum'u, Özel İdaresi, Belediyesi ile adeta Afşin'i ayağa kaldırmak için seferber etmiş. Vali beyin anlattığına göre ilk günler çok zorluk çekmişler, hem aşırı soğuklar, hem en temel ihtiyaç olan gıda temini konusunda büyük sıkıntılar yaşanmış. Bu günler iyi günlerimiz diyor kendisi, artık enkaz kaldırılmış ve hasar tespitinin de sonuna gelinmiş. Buna rağmen Kaymakamlık binası ve çevresi adeta insan kaynıyor. Tabii ki daha yapılacak çok iş var, geçtiğimiz hafta yerel basına da yansıyan açıklamalarına göre beşbine yakın binanın yıkılması gerekiyor ki, bu bir ilçe için çok büyük bir rakam ve depremin büyüklüğünü tek başına bu bile göstermeye yetiyor.
Yaklaşık iki saatlik bu ziyaretten sonra oradan Kahramanmaraş'a geçtik. Günlerdir televizyonlardan sürekli izlemiş olsanız da sahaya indiğinizde ekranlara yansıyan görüntülerden yıkımın boyutlarını tam olarak anlamanın mümkün olmadığını görebiliyorsunuz. Depremin merkezi Maraş'ta daha çok yeni yerleşim bölgelerinde büyük yıkım olmuş. Yerle bir olan on, onbeş katlı binaların enkazları büyük ölçüde kaldırılmış ve bugünlerde ağır hasarlı binaların yıkım işlemine başlanmış ki, biz tam da ekiplerin yıkmaya çalıştıkları bir binaya denk geldik. Yıkım denildiğinde ekskavatör adı verilen büyük kepçelerle kıyısından köşesinden darbelerle yapılan yıkımları görmüştüm ama böylesine ilk kez tanık oldum. 12 katlı bir apartman, en üst katının kolonlarına sabitlenmiş bir çelik halat ile yüz metre kadar uzaktan kepçelere bağlanarak salınım yoluyla yıkılmaya çalışılıyordu. Her defasında salınımın artmasına rağmen bu işlem 5-6 dakika boyunca, belki de daha fazla süre devam etti ve neredeyse bir metre ileri geri sallanan bina en sonunda korkunç bir gürültü ile öne doğru kapaklanarak yerini devasa bir toz bulutuna bıraktı. Patlamış pencerelerinden perdelerin, yıkılmış balkonlarından mutfak eşyalarının sarktığı, dokunsan yıkılacak gibi duran bir binanın bile bu kadar uzun süre direnmesi, depremin şiddeti ne olursa olsun binaların hemen bir sarsıntıda öyle kolayca yıkılmayacağını gösteriyordu. Yapım hataları olmasa ve doğru malzeme kullanılmış olsa bir binanın böylesine şiddetli bir depremde ağır hasar alsa bile ayakta kalabileceğini ve can kaybının bu denli büyük olmayacağını gözlerimizle görmüş olduk. Ama yıkım işlemine şahit olduğumuz o binanın yanıbaşında yüzlerce kişiye mezar olan enkazı kaldırılmış bir çok binanın yer aldığı belliydi.
Akşam hava karardığı için Maraş'tan sonra geceyi geçireceğimiz Reyhanlı'ya kadar pek bir şey göremedik. Ertesi sabah yardım kolilerinin bir kısmını dağıtacağımız depremzedelerin kaldığı konteynır kente, sonra da çadırlarının olduğu Hatay'a geçtik. Çadırlara göre konteynırlar bir hayli iyi durumda. Gittiğimiz kampta çadırlar yeni kurulmuş, ekipler elektirik direklerini dikmeye çalışıyorlardı. Yağmura, sele karşı çok da korunaksız olan bu çadırlarda barınmaya çalışanları görünce Urfa'daki sel felaketini düşünerek ürperdik, aynı günün akşamında yağan şiddetli yağmurdan dolayı aklımız hep orada kaldı.
İki ayrı kamptaki dağıtım işleminden sonra Antakya merkezine geçtiğimizde asıl depremin burada yaşandığına tanık olduk. O manzarayı görmeyenlere anlatmak hakikaten zor. Eski Antakya'nın bir iki katlı evlerinin yer aldığı, zemini kayalık olan ve adını şehir merkezindeki camiden alan Habibi Neccar Dağı'nın etekleri haricinde, herhalde ayakta kalanların da tamamının yıkılması gereken bir şehir Antakya. Başta Anadolunun en eski camisi olması hasebiyle sembolik değeri büyük olan Habibi Neccar Camisi, kilise ve havralar dahil bir çok tarihi eserin bulunduğu Kurtuluş ve Kemal Paşa caddelerinde yıkılmayan bina yok. Henüz enkazına el değilmemiş çok sayıda yıkık bina var. Çoğu yerde sadece bir aracın geçebileceği kadar yol açılabilmiş. Çok katlı binaların bulunduğu Asi nehrinin karşı tarafında ise, deprem anında yıkılan binaların enkazları kaldırılmış ama hiçbir şekilde içine girilemeyecek kadar hasarlı binlerce bina yıkılmayı bekliyor. Zaten oratlıkta bizim gibi dışarıdan gelenler ile güvenlik güçlerinden başka pek kimse yok. Aradan kırk gün geçtikten sonra bu halde olan bir şehrin depremin o ilk günlerindeki halini tahayyül bile edemiyorsunuz.
Burada bir parantez açmam lazım. Bütün dünya tarafından asrın felaketi olarak adlandırılan bu deprem için, herhalde iktidarın sorumluluğunu hafifletir korkusuyla ısrarla asrın ihmali diyen muhalefet, sıkça Japonya örneğini de vererek ihmalden dolayı bu kadar büyük yıkım yaşandığını, dolayısı ile felaketin tek sorumlusunun siyasi iktidarı olduğunu göstermeye çalışıyor ki, bu kesinlikle adil bir yaklaşım değil. Biz ne Japonya'yız ne de ABD. Kentsel dönüşüm konusundaki tartışmalar bir yana, Türkiye'nin yüzbinlerce konutu son yirmi yılda yıkıp yeniden yapacak bir gücü mü vardı? Yüz yıl önce bir parçalnıp dağılmış imparatorluktan doğmuş bir devletiz biz. Büyük bir yokluktan geliyor olmamız bir yana son yüzyıldır da milletin dişinden tırnağından arttırdığını yiyen haramilerin vesayeti altında idare edilmiş bir ülke idik. Böyle geldik iki binli yıllara. 2002'de nasıl bir Türkiye manzarası olduğunu yaşı yetenler bilir. Memur maaşlarının dahi güç bela ödendiği yıllarda iktidara gelen bir kadrodan yirmi yılda Türkiye'yi niçin bir Japonya yapmadın diye hesap sormak insafla, vicdanla bağdaşmaz. Tamam iktidarın da ihmal ve kabahatleri elbetteki var, özellikle ilk iki gün bölgeye müdahale konusunda aşırı merkeziyetçi yönetim modelinin neden olduğu gecikmenin yaşandığı bir gerçek, ama sonrasında iktidar bütün gücünü bölgeye seferber etti ve etmeye de devam ediyor. Açıkçası dünyada hiçbir devletin altından kalkamayacağı bir felaketi, yaklaşan seçimler dolayısı ile siyasi bir malzeme yapmanın muhalefete de yarayacağı kanaatinde değilim.
Bir başka mevzu ise, depremde sivil toplum kuruluşlarının oynadığı rolle ilgili. Yerli yabancı bir çok arama kurtarma ekipleri elbette olağanüstü çaba sarfettiler, kendi canlarını tehlikeye atma pahasına başka canlar kurtarmak için tüneller kazarak enkazların altına girdiler. Hepsinin hakkını eslim etmek gerek, lakin arama kurtarma faaliyeti bittikten sonra, yıkıntıların altında canlı emaresi kalmadığında birer birer çekildiler. Oysa hayatta kalanlar için zorluk halen devam ediyor ve uzun bir süre daha devam edecek. Başta bölgede faaliyet gösteren ve neredeyse tamamını dini kuruluşların oluşturduğu sivil toplum örgütleri bu süreçte inanılmaz işler yaptılar ve yapmaya da devam ediyorlar. Sol, sosyalist, laik oluşumlar özellikle Hatay'da adeta karargah kurdular, vatandaşın yükselttiği çığlıkları, gösterdiği haklı reaksiyonu sosyal medyadan yayarak halkı galeyana getirmeye çalıştılar, kaosu büyütmek, acıyı daha da çoğalmak için ellerinden geleni yaptılar ve sonra da kaybolup gittiler. Ama bu çevrelerin sakallılar diye aşağıladığı, hor gördüğü cemaatler, tarikatlar, vakıflar halen ilk günkü gibi sahada hizmet vermeye devam ediyorar.
Bu durumun iktidara da bir ders olmasını temenni ediyorum. Yıllardır içeriden yapılan en masum eleştirileri dahi düşmanın değirmenine su taşımak olarak görerek STK'ları etkisizleştirmeye, onları devletin güdümüne girmeye zorlayan, adeta "bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz getiririz" diyen tek parti dönemine öykünürcesine "STK lazımsa onu da biz kurarız" şeklinde düşünen devletçi bakışın yanlışlığını onlar da anlamıştır inşaallah. Bu kuruluşların hiç biri iktidarın talimatıyla hareket etmediler, tek gayeleri Allah rızası için yaraya merhem olabilmekti. Kamu kuruluşları yukarılardan gelecek talimatı beklerken onlar bölgeye ulaştılar ve bir çok canı kurtararak devlete yönelecek öfkeyi azalttılar. Başta İHH olmak üzere Beşir Derneği, Hayrat, Fetih Vakfı, Sadakataşı, Özgür Der, AGD, Ecir Kapısı, İsmailağa Cemaati, Hüdayi Vakfı, İDDEF, İyilikte Yarışanlar ve adını burada sayamayacağım kadar çok sayıda vakıf, dernek halen sahada aşevleri ile insanlara hayat veriyor, çadır, konteynır ve seyyar tuvaletler kurarak, felaketin yaralarını sarmaya, acıyı hafifletmeye çalışıyorlar. (Devam edecek)
Yarın, Sınırın diğer tarafı İdlib, Cinderes, Atme kampı.