Baba evinden çıkıp kendi hayat ağacının gölgesinde olmak, ev kurmak, başlı başına zor ve bir o kadar meşakkatli bir işti. Babam, hayatı güzel kılan şeyin sırrını çözmüştü. Bunun için atılacak en önemli adımın, işin başı olduğunu görmüştü. Bu yüzden burada, düşüncelerimizi olgunlaştıran beklentilerimize ayar verilen yerde, bodrum katta bulunuyorduk...
Ne beklentimiz olabilirdi ki? Herkese bir adım mesafedeydik. Gelip geçenin bir hamle ile kendilerini yanımızda bulabilecekleri... Kapıyı çalmadan, ayak seslerinden duyup, buyur edebileceğimiz. Öteki tarafa çok yakın bir yerde oturduğumuzu anlamam içinse biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Henüz...
Empati eğitimi için yaşanacak en güzel yerdeydik. Hemen her sabah, dış kapının bizi yeryüzene ulaştırdığı sofada, dekorunu meyve ağaçlarının renklendirdiği büyük bir sofrada kahvaltı yapıyorduk. Halil İbrahim sofrasını çok sonraları duydum. Tarifi yapılan ortam tam da böyle bir yerdi sanırım. Hiç kimse katılmasa bile en azından bir kedi, bir köpek o da olmadı bir kuş mutlaka bulunurdu yanımızda... Bahçedeki kiraz ağacı, eve en yakın olanıydı. Duvardaki çatlağı, onun uzayan köklerinin oluşturduğunu düşünüyordum. Onu çok sevdiğimi anlamış, belki de bana ulaşabilmek için müthiş bir büyüme çabasına girişmişti. Bahçeden içeri dalan, mahallenin tüm kedi köpekleriyle her an burun buruna olmak ayrı bir keyifti. Rüzgâr sesini, yağmur şiddetini ilk bize duyururdu. Güneş en çok bizim için yükselir, varlığını hissettirmeye çalışırdı. İşportacıyı, Postacıyı, Eskiciyi, en önemlisi, iş dönüşü babamı ilk ben görür, karşılardım. Herkesle, her şeyle bu kadar iç içe olmayı anlayabiliyordum ama gece ziyaretlerinde bir eksiklik vardı... Ben uykudayken gelen hırsız abiler, üstümüzdekilere bir kaç kez ziyaret etmelerine rağmen bize hiç uğramamışlardı. Babama bu durumu sorduğumda: "Bizim neyimiz var ki?" demişti. Bu cevaba uzun süre bir anlam veremedim. Neyimiz yoktu ki?
Birçoklarına göre bodrum kat hayatı olumsuz gözükse de, kendi içerisinde barındırdığı ve sadece yaşayanların teneffüs ettiği duygular sayesinde yukardakiler ile aradaki farkı kapatıyordu.
Biraz büyüyüp bastığım yeri görür hale geldikten sonra babam, kirayı vermeye ev sahibine, beni yollamaya başlamıştı. Ev sahibi yandaki binanın ikinci katında oturuyordu. Bir zamanlar onlar da bizim oturduğumuz yerde, bodrumda oturmuşlar. Sonra çok çalışmışlar, sabretmişler, azmetmişler. Allah da onları mükâfatlandırmış, zengin olmuşlar. Babam öyle anlatmıştı.
Üç yüz lira para cebimde, avucumun içinde sıkıca duruyordu. Kirayı vermeye giderken, attığım adımların hiç bu kadar önemli olduğunu hissetmemiştim. Daha öncesinde cebime koyduğum en büyük para, dedemin bayramda verdiği beş liraydı. O sırada ne kiraz ağacının, ne kedilerin, ne de yüzümü okşayan rüzgârın sataşmalarına cevap veremedim... Zira işimin ehemmiyeti tüm bünyeme nüfûz etmişti. Büyük para taşıyordum. Bir aylık kiramız. Bu ilk büyük görevimi başaracak, büyüdüğümü ıspatlayacak, arkamdan bakanların "adam olacak bu çocuk" sözlerinin altını sıcak tutacaktım. Ev sahibinin merdivenlerinden çıkarken bir yandan, neden ikinci katta oturduklarını düşünüyordum. Madem ki zenginlerdi, tercihlerini neden bodrum kattan yana yapmamışlardı. Yaşadığım güzellikleri bize bırakmalarında büyük bir yüce gönüllülük yatıyordu. İyi insan olmak böyle bir şeydi. Bir zamanlar onlar da bodrum katta oturuyorlardı ve bir süre sonra pişmek, olgunlaşmak için üst kata geçmişlerdi besbelli... Evet! Kesin böyle olmuştu. İnsanları anlamak ancak böyle gerçekleşebilirdi. İnsanlar büyük bir sınavdan geçiyorlardı. Sadece bodrum kattakilere uygulanmayan.
Zile boyum yetişmedi. Kapıya vurmak zorunda kaldım. Bunu yaparken parayı cebimde bırakamazdım. Sımsıkı avucumdaydı. Kapı açıldığında ev sahibi, beni göremedi önce. Buruşmuş ve bir canı da kalmamış parayı, uzattığımda fark etti. Önce düzeltti, sonra saydı iyice. Şirin bir çocuktum. Beni gören büyükler yanak almadan bırakmazdı. Ama ev sahibi öyle yapmadı. İyi ki de yapmamıştı. Öbür türlü işin ciddiyeti bozulurdu. Büyüyünce sistemin içerisine adapte olmam, tamamen bu yaşantıya bağlıydı. Bir süre sonra karşılaşacağımız okullar, devlet daireleri, beşerî hayat aktörleri... Hepsi de, yüzümüzden yanak almayı bırak, şamar yememeye çalışacağımız ortamlar olacaktı.
"Babana söyle, kirayı üç gün geciktirdi!"
Üst kata geçince biz de mi böyle olacaktık?
Parayı düşürmeyim diye, elini cebinin içerisinde kaybetmiş, beş yaşında bir çocuk. Yaşamının en ciddi ilk sınavını veren... Görünce, fırlayıp nâralar atarak boynuna dolandığı babasına, "Baba" derken içinin titrediği sevdasına bunu nasıl söylenebilirdi ki?
Bir yanlış vardı. Ya bu adam zamanında bodrum katta az kalmıştı ya da kalırken boş boş bakmıştı çevresine öylesine... Görememiş, anlayamamış, bilememişti... Duvardaki çatlağı depremden sanmış, bahçeye dalan kedi köpekleri baş belası görmüştü. Rüzgâr, yağmur ve güneşle ilgili düşünceleri ise meteorolojik bilgilerden ibaretti. Kesin bir şey vardı ki, ev sahibinin bodrum kat eğitimi eksikti.
Üç sene kadar burada, her ânı birbirinden güzel, bayram tadında günler geçirdim. Çok mutlu üç sene. Sonraki aylarda babam ev kirasını hiç aksatmadı. Bir gün bile...
Sonra kendi evimize, üçüncü kata çıktık. Bir daha hiç kira parası götürmedim. Hikâyenin devamını babam anlattı. Eski ev sahibinin durumu kötüye gitmiş. Evlerini elden çıkardıkları gibi, bizim oturduğumuz bodrum kata kiracı olmuşlar.
Şehrimiz tarihinde büyük bir sel felaketi yaşanmıştı. Meteoroloji üç gün önceden haber vermesine rağmen birçok insan önlem almayı ihmâl etmişti. Taşındığımız bodrum katta yaşayan üç çocuktan ikisi de sel sularına kapılıp yaşamını yitirenlerin arasındaydı. Belki de yaşama şansı verilen çocuk, bodrum kat eğitimini başarıyla sürdürendi. Kirazın kökleri duvardan bir boşluk bulup onu tutmuş, yağmur da kendisine hep hayranlıkla bakan bu sabiye insaflı davranıp, azâmetini hissettirmemişti.