BİR SABAH
-Bir seher vakti; Ufuklar al yaşmaklara bürünmeden Hıdırlık Cami minare sinden öyle hoş bir seda ki aman Allah'ım aman; İnsanı bu alemden alıp götü ren, kafiri imana getiren o yanık, o vasfı esası kelimelerle izah olunamayan ezan. Yetişkinler, bayram sabahına uyanan çocuklar misali göz açıyor bir bir. Çoğu bahçeli o tek katlı kerpiç hanelerde yanan gaz, elektrik lambaları artarda göz kırpma da. Sokak köpekleri yakarış, ağıt arası yanık sedalarla ulumakta…
Her sabah, ezan  muştusuna  kurulu bir saat misali uyanan Hacı Mümtaz  efendi kalkıp oturumuna geldi yine.
- Aziz Allah, Rabbit Allah şani hu..
Dedi
Sokaktan hayli içerdeki, tek odayı eşiğe kadar dolduran yataklara basmadan, birini çiğnemeden çıkmalıydı, zevcesine dokunup uyartmadı. Adım attıkça  ses etmesin diye parmakları ucunda süzüldü adeta. Gece yatsı sonu yatarken, besmelelerle tek tek  dokunup baş ucuna koyduğu giysileri koltuk altında çıktı dışarıya. Sofayı boydan boya perdeleyen ahşap parmaklık önüne çömeldi. Bismillahirrahmanirrahiym, dedi bir daha. Daim dolu vaziyette bekleyen kızıl bakır İbriğe tam uzanıyordu ki, bir elinde peşkirle zevcesi Nedime Hatun geldi. Tebessüm ve nazla;
-Aşk olsun efendi, neden uyartmazsın beni. Dedi
-Sağ ol, dün biz gün boyu bağda toprakla güreşirken sen de çamaşırla boğuştun, yorgun zordasın belki zahmet vermek istemedik…..
Kadın pek yapmadığı tarzda serzenişle;    
-Ne yani, Mevla huzurunda kıyama kalkan helalime hizmet edip rıza-i  Hak'tan nasiplenmeyeyim mi?
Yanına çömeldi, leğen üstüne uzanmış eşinin kararmış nasırlı ellerine lıkır lıkır dökmeye başladı suyu. Sıra ayaklara geldiğinde bıraktı kabı. Eşi oturu muna gelip ayaklarını da yıkadıktan sonra muhabbetle eğildi, uzattı peşkiri.
-Haydi sil kurulan, Hayrını gör efendi. 
Dedi.                
-Berhüdar ol
Camiye gitmek üzere tam çıkıyordu ki, dış kapı ağzında  küçük oğlan (Yani ben murat);
-Haydi be baba amma da ütüzlendin ha. Hoca nerdeyse Allah u Ekber diyecek namaza.
Mümtaz Ağa, sevinç ve şaşkınlıkla;
-İyi de oğlum sabahları ayaz oluyor biliyorsun, küçüksün daha.
Oğlan, babaya babaca tavrıyla;
-Haydi be  babaaaa!   
……………………..
-Şeyh Abbas Efendi; namazı edadan, cemaat dağıldıktan sonra, yüksek cami önü terasta  demir parmaklıklara dayanıp durdu. İnmedi hemen aşağıya. Başındaki yeşil sarıklı külahı çıkarıp saçını sıvazladı, tekrar koydu başına. Sabah mahmurluğunda yeni yeni seçilmeye başlayan uzaklardaki kartpostal misali manzarayı kuş bakışı seyre daldı. 
"Ya Hak! Dünyan böyle güzel anlamlıysa, ya Cennetin, Cennetin nola?" Diye geçirdi içinden. "Hikmet-i ilahinin sırlarını aç bize aç ki, alem-i manaya kanat çırpıp sana yakiiin olalım  nola…"
İri taş merdivenlerden indi. İmarethane berisindeki, rengarenk çiçeklerle bezeli çemenzara yürüdü, dallarında çeşit çeşit kuşların cıvıldaştığı ağaçlığa ka dem bastı. Zümrüt yaprakların yelpazelediği nem, nebat, toprak kokan tertemiz -havayı tekrar tekrar içine çekti. Mezarlardan birinin başında durdu, durgunlaştı! Gayş halinde kendi kendine;
-Bizler kalktık  uyandık tekrar, sizler topraktan yatak yorganlar altında  uyumaktasınız huzur için de inşallah, Ahirete kadar, Ahirete kadar. Kim bilir, belki de gaflet uykusunda olan bizleriz, uyanık olan sizlersiniz! Medet ya rah man ve rahim olan Settar!  
Şeyh Abbas Efendi, aynı zamanda birTürbe nişindi.(türbe bakıcısı hizmet karı) Her sabah, vakitli ibadetler misali  Hıdırlık'da metfun sahabe mekanlarını bir bir ziyaret ederdi. Yine önce Ashab-ı Kiram'dan  KEREB-İ  GAZİ -hazretleri nin türbesine girdi, Muhabbet ve hayranlıkların en deriniyle ihtiram da bir asker misali el bağladı huzurda. Tefekküre daldı; Dua eder gibi içten içe; "Siz, O'nu  gören gözler, ona dokunan ellerinizle ne kutlu ne şanslı kullarsınız". Derken, o gönüller Sultanı, iki alem ışığı  Hz. Muhammet'in Uhut Gazası canla nıverdi hayalinde; 
"Hani Peygamber, dağın kuytusunda gizlenen okçulara "sakın benden emir almadıkça yerlerinizi terk etmeyin" demişti ya. Muharebe Müslümanlar lehine gelişmekteyken kafirler bozulup kaçmaya başlayınca okçular Resul'ün emri hilafına menzillerini terk etmişlerdi! Ani bir manevra ile geri dönüp Peygamberi sıkıştırmışlar, aldığı bir darbeyle mübareğin dişi kırılıp çenesi kanamıştı. Kanı gören müminler saldıranlar üzerine hörelenip akan kanın kırılan dişin diyetini canlarıyla ödetmişlerdi onlara, Meydan da kan ter içinde Resul. Gözlerinde nem, sevinç, gurur…"
Şeyh Abbas, türbeye nazara devamla; 
- Ey mübarek Kerep -i Gazi sen, Muhammet'in  Konstantin (İstanbul) sefe rinde onunla omuz omuzaydın iki arkadaşınla, Dönemediniz menzile, şehit düştünüz Çorum topraklarında. Kaldınız da kutsadınız şereflendirdiniz bizi  beldemizi. Rabbim sizden razı ola!
Kerep-i Gazi'den sonra yukarı şadırvan cihetine yürüdü Şeyh Abbas Efendi. Az evvel indiği iri taş merdivenleri tırmanıp Mescit bitişiğindeki Süheyb-i Rumi ve Ubeyd-i Gazi Hazretlerinin huzuruna vardı. "HUU", dedi, -"DESTUUUR" dedi. Oturup kök boyalı Selçuki kilime, sırtını pencere sahanlı ğına verdi. Yine yumuk  gözler, yine  vecd  hali. Aman, aman Yarabbi!         
(Devam Edecek)