NİÇE  SONRA
Bulutlar açılıp güneşin tekrar parıldamasıyla sıkıntı ve kederleri hat safha daki mahalleliyi teskin için ak sakalı, nurani Hıdırlık Şeyhi Abbas Külahi geldi. Derin bir sevgi ve saygıyla etrafını saranlara şefkat ve gülümsemeyle;
    -Heey canlar! Sakinleşin,  atın içinizden kahır ve üzüntüleri hele. Her şey hükmü altında olan Mevla, bu gün böyle etti diye kahrolup şikayetlenecek miyiz yani? Dün sahip olup bu gün telef olan o ekili tarlalardaki zahire, bağ bahçeler deki sebze, türlü çeşit meyve, ölen hayvanlarınızı size zaten O vermemiş miydi? Peki, her şey onunsa eğer, verip alamaz mı ki? Sabredip şükreder ve de cehd edersek yine verir fazlasıyla hemi. Lakin biz bu afat ve olanlardan dersler çıkar malı hal ve hareketlerimizi yani gidişatımızı sorgulamalıyız. Ne ölçüde O'nun yolundayız? Taşkınlar azgın sular zarar vermesin deyu sel yataklarını derinleş tirmeli genişletmeliyiz, Hükümet, Belediye ile birlikte tabii. Hıdırlık Cami altın daki imarethanede sizler için aş kaynamakta. Tekke ehli, variyetli  gardaşlar ve de zordan sonra kolayı, felaket  ardından  selameti müjdeleyen Yarabbi, elleriniz böğrünüzde mi bırakacak sanırsınız sizleri? Huuu, Huuu eeey Rahmanirra hiym. Huu.
Şeyh Abbas'ın o kulaklardan kalplere süzülen  ruh ve bedenleri rahatlatan  ilaç misali nefesiyle herkes hep bir ağızdan
- HUUUU! Şeyhim  huuuu!
Diye ünlediler. Gayş halinde tekrar kollarını açan  Şeyh bir dahi;
Huuuuu, eeeey bu vaktin sahibi!
Şeyh Abbas Külahi, ince, uzun boylu, beli tevazu ile hep eğilmekten biraz  kamburumsu. Öylesine sessiz, mahzun geçerdi arada bir bizim sokaktan. Yaşlı  -bedeni bir elindeki asasına öylesine yüklenmiş ki, çekseniz bir anda düşüp yuvar lanacak sanki! Öyle değil ama, iman ibadet dirisi o. Arada bir, ettiği kelamı vurgularcasına havaya kaldırdığı asa misali kavi . Göğsüne dek uzanan temiz akça sakalı, ince esmer yüzünü süsleyen iri gözlüğü, kahve rengi uzun cübbesi altın da kolsuz abasıyla öylesine sevimli. Ana babalarımız  her karşılaştıklarında  hürmetle ayağa kalkar, bir elleri kalpleri üzerinde huşu ile selamlardı onu. Biz çocuklar koşar, munis pisi pisiler misali dokunur sürtünürdük ayaklarına.                                        
O;
-Merhaba ey Mevla'nın  günahsızları, lanelerin (ev, yuva) altın topları, diye diye başımızı okşar, sırtımızı sıvazlardı…    
Şeyh Efendiyle ilk mektep birinci sınıfta yine bir karşılaşmamda, elimi tutan anam gururlanarak bana;
-Biliyor musun ula, Rahime Teyzen var ya, el aldı aha bu Abbas Külahi' den el. Dedi.
-Niye ana, teyzemin eli yok muydu ki? 
- Olmaz mı oğul bu başka. Şeyh o şeyh. Say ki bir okulda hocaların hocası en üst noktada    .
-Nasıl yani? 
-Abbas Efendi gibiler önceleri bizler gibi sıradanken, bağlanıp bir şeyh kapısına  Kuran, ilim, usul, edep v.s tahsil ederler uzuuun yıllar. Bağlı oldukları Tekkede diğer dervişlerden üstün mertebe kazanır, sonra da aldıkları icazetle kendilerini Allah'a insanlık hayrına adayan  dervişler yetiştiren şeyh olur tekke açar çok azı.
- El alma ne ana?
-Derin çok ince bir mesele oğul. Sen de yaşına, boyuna bakmadan her bir şeyi öğrenip anlamak istersin be kurban olduğum. Şimdi nasıl anlatayım sana?  Hani insan oğlu gençten mektepler okur, iş bilgi öğrenir ödevler yapar, sınıflar atlar, iş makam sahibi olur ya. El alanlar da, tekkeye şeyhlerine kapılanır. Hak yoluna hizmetkar olurlar. Ücretleri sadece Allah rızasıdır. Çalışıp ürettikleri yiyecek, giyecek eşya yani tüm kazandıklarıyla yetim, öksüz, yoksul, yolda kalmış (göçmen), mücrimleri kollarlar. Daha ne deyim meraklı Pakize'm benim.    
-Ben de derviş olacağım bana ne, bana ne!
-Diye tutturunca anam: 
-Çocuklar olmaz oğul, sizler  zaten günahsız melekler, derviş sayılırsınız bir çocuk çileye nasıl katlanır sonra?
-Çile nedir ki ana?
-Haaa….
Gözleri te bilinmez uzaklara bir süre dalıp gittikten sonra;
-Hani  insan bir şeyi çok sever, ona ulaşmak için her zahmete katlanıp her şeyden vaz geçer ya.
-Canından bile mi ?
-Canından bile!
-Peki can gidince geriye ne kalır ki ana?
Ne kalmaz ki oğul. Ne kalmaz ki! Derviş dediğin Hak aşığı, asıl o zaman erişir en büyük muradına! Büyük din alimi Mevlana, bir dizesinde öyle diyor "Eycan,sen sevgiliyle aramda perdesin engelsin, çekil çık içimden de ben Leyla'ma kavuşayım". 
-Hak ne ana?    
-Hak Allah'tır oğul. 
Nice zaman sonra ,yine bir gün Hıdırlık'da Kabristan Ziyareti esnasında validem; 
-Bak oğul, şu şadırvan gerisinde gördüğün tek katlı kerpiç köhne yapı var ya, o Şeyh Abbas Külahi'nin  evidir. Alt aşağıda ve de yukarıdaki Cami yanında Peygamberimiz Ashabından yanı yakın arkadaşlarından Kereb-i Gazi, Suheybi Rumi, Übeydi  Gazi hazretlerinin türbeleri var. Kutlu varlıklarından olmalı ki buraya ne zaman gelsem gönlüm  neşe, içim huşu huzur dolar. Bak bak her taraf  kabir be oğlum. Çatısız, duvarsız evlerden ibaret bir köy, kasaba sanki! Nice zaman önce her biri bizim dünyamızdayken, şimdi ahiret durağı mezardalar!  Say ki, yer altında bir dünya var! Yer altında bir dünya…
- İyi de anam, nasıl kalınır burada, hele de gece vakti?  Hani aniden bir kapı çalınsa, aha, mezardan biri hortladı da kapıya dayandı sanır, çıldırır insan!      
-Olur mu hiç öyle oğul. O kabirdekiler bu dünyayla işini bitirmişlerdir,  gelmezler bir daha.
………………………….    
Büyüdüm, okuyup öğrenince anladım ki, ölülerden değil dirilerden korkmalı insan, çünkü onlar hep nefis, Şeytan tuzağında, nerede ne zaman ne yapacakla rı bilinmez ki!