Gerek özelde gerekse kamuda bazen bize en yakın olan, belki de en çok üzerimizde emeği bulunan, acil ihtiyacımız halinde geriye bakmadan koşarak gelecek olan samimi insanların ismini cismini daha doğrusu kadrini kıymetini bil/e/meyiz. Ama buna mukabil konumu itibariyle dünyada -ahiretini Allah bilir- makamı yüksek olan insanların -acaba bir gün işim düşer mi, niyetiyle- ayrıntısıyla biliriz. Düğünde, cenazede veya başka bir etkinlikte olacaksa adım adım takip ederiz. Gitmeyeceğimiz yerlere dahi gideriz. Daima yakın olmaya, aynı safta durmaya, aynı objektifinde yer bulmaya ve hatta bunu da sosyal medyada defalarca paylaşmaya çalışırız.  Yine günümüzün karnesi olan sosyal medyada paylaşımlarının içeriğini okumadan bile hemencecik beğeni, yorum ile teşbihte hata olmasın ama -gör gör- bende varım deriz.  (Hiçbir zaman istisnalar kaideyi bozmaz. Ama bazen konumu itibariyle etkisiz yetkisiz olan aynı kurumda çalıştığımız mesai arkadaşlarımızın özel günlerine katılmasak da sonradan bile ''hayırlı olsun, tebrik ederim, başınız sağ olsun'' gibi iki kelime konuşmaktan maalesef imtina ederiz) Yarım asrı geçmiş yaşım, kırk yıla yaklaşmış memuriyetim ile bu noktada çok anılarım var desem yalan olmaz.  
Ne gariptir ki, bazen aynı şehirden yeni atanmış bir memura, hayırlı olsun ziyaretine gidiyorsunuz, sohbet esnasında ''kimin oğlusun?'' diye soruyorsunuz.  Daha babasının ismini söylemeden direk ''falanın yeğeniyim'' diye cevap -mesaj- veriyor. Geçmiş yıllarda bir personel böyle cevap verince,  bende ''ama ben babanızı sormuştum'' diye karşılık vermiştim.
Kıymetli okurlarım. Meşhurdur, anlatılır. Üniversitede bir hoca, İletişim bölümü son sınıf öğrencilerine final sınavında bir soru soruyor. 50 puanlık bir soru. Öğrenciler tüm ders notlarını tabiri caizse yalayıp yutmuş. Bir an önce mezun olabilmek çabasındadırlar.  Soru şu: ''Beş yıldır bu okuldasınız, her sabah koridoru ve sınıfı temizleyen o hizmetlinin adı nedir?'' 
Eyvah! Kimseden cevap yok. Öğrenciler şaşkına dönüyor. Yahu bu hoca bizimle dalga mı geçiyor,  yoksa kafayı mı yedi, diye düşünüyorlar. Ama heyhat, hoca gayet ciddi. O soruyu doğru yapan sınavdan geçecek.  Yapamayan ise bedelini ödeyecek. Öğrencilerden biri sınav kâğıdına şöyle yazar.
''Hocam, size çok bozuldum. Ne sorsanız cevap verebilecekken şimdi sınavdan kalıyorum. Ama bir şeyi fark ettim… Hocalardan herhangi birinin adını, soyadını, memleketini, hatta tuttuğu takımı bile sorsaydınız bilirdim. Çünkü onlarla bir çıkar ilişkim var. Ben o hizmetliyi yıllardır görüyorum. Ancak bir kere olsun yüzüne bile bakmadım. Günaydın, kolay gelsin demedim. Ben öyle bir adammışım ki çıkar ilişkim yoksa insanların suratına bakmıyor, selam vermiyormuşum… Hâlbuki deniz dalgalarıyla deniz, ağaç dallarıyla ağaçtır. Size söz veriyorum, sınavdan sonra ilk işim o hizmetlinin adını öğrenmek, her sabah ona adıyla selam verip günaydın demek olacak. Hocam, dersten kaldım ama sağ olasın. İlkokuldan üniversite son sınıfına kadar öğrenemediğimi bana son sınavda öyle bir öğrettiniz ki bir daha ömrübillah unutmayacağım…'' 
Bunu yazan öğrenci samimi itirafından ve söz vermesinden dolayı 50 üzerinden 50 puan alıyor. Dersi geçiyor. Atalarımız ne demiş: ''Anlamak erdem, hatadan dönmek ise başarıdır…''
Demek ki insanoğlu ekseri çoğunlukla işi düşmediği zaman veya ileride de düşmeyeceğini düşündüğü zaman karşındakine tenezzül etmiyor. Lisanı hal ile adam yerine bile koymuyor. Onu küçümsüyor, hor görüyor, yüzüne bile bakma zahmetinde bulunmuyor.  Sabah gördüğünde günaydın, akşam giderken iyi akşamlar demeye tenezzül etmiyor. Fakat aynı kişi farklı bir birimde veya farklı bir konumda çalışsa, yine aynı kişi anında değişiveriyor. İşte bu kibirdir. Kibrin olduğu yerde de ihlaslı iletişim olmaz. Baki dostluklar kurulmaz. Makamlar, mekânlar değişince insanlar da değişiverir… Hatta samimi olarak ''Minel kalbi ilel kalbi revzene -kalpten kalbe yol (sevgi) gider'' olmazsa Cuma, bayram mesajları bile anında binlerden onlara düşüverir. Örnekleri saymakla bitiremeyiz.  Ama ben bir tanesi ile yetineyim. Gerisini siz anlayın. 
Geçmişte bakanlık müfettişi bir konferansında anlatmıştı. ''Arkadaşım, Kızılay'da bir okul müdürü ile karşılaşır. Müdür Bey, hemen toparlanır. Ceketini düğmeler.  Hal hatır sorduktan sonra ısrarla okuluna öğle yemeğine davet eder. İlgili, ''inşallah, bundan sonra vaktim çok, emekli oldum'' deyince,  okul müdürü önce ceketinin düğmesini açar, sonra da, bir adım geriye çekilip 'bundan sonra ki yaşamınızda size başarılar dilerim'  deyip çeker gider. . .
Yine rivayettir, evvel zamanda Üsküdar da hoca ile talebesi boğazdan sandalla karşıya geçerken denizin tam ortasında talebe korkup  ''Hocam, şu an da ölümle aramızda sadece bir tahta var'' deyince, hocası: ''Evladım buna da şükür, karada o da yok ya'' der.  Evet, hepimiz yaşıyoruz karada ve sevdiklerimiz, sevmediklerimiz habersiz gidiveriyor arada. Onun için ister bürokraside, ister siyasette, isterse ticarette olsun havaya girmeden, -işimizi en güzel şekilde yaparak- mütevazilikle hoş bir seda bırakmak gerekiyor burada… ( Ulusal basında da dikkat çeken ''Boyacı Çocuk ve Kaymakam'' makalemi internette okuyunuz)
Rabbim hepimize, menfaat kavşaklarında hemencecik değişmeyecek ihlaslı, samimiyetli, baki dostluklar nasip eylesin… Kulu kula muhtaç eylemesin…
BAŞSAĞLIĞI: Önceki gün Osmancık ilçesinde Hakkın rahmetine kavuşan Ali Kambur eniştemize Allah'tan rahmet, sevenlerine sabrı cemil diliyorum. Mekânı cennet olsun…
NOT: Mahirane Söylemler / Susamak ve Depremle Yaşamak kitaplarımı okumanızı ve özellikle çocuklarınıza okutmanızı tavsiye ederim. Benden temin edebilirsiniz.