Türkiye insanlığın vicdanı ve sesi olduğunu, sarsılmaz kalesi olduğunu kadim tarihinde hep göstermişti ve bugün ise yine güçlü şekilde gösteriyor. Bu uğurda tek başına kalsa da kararlılığından ödün vermiyor.
Müttefikleri mi? Hep olduğu gibi! yani iyi gün dostları tutumunu koruyor ve ihtiyaç olduğunda yine ortada yoklar! Öyle ki aynı sözleşmeye imza koyan dost güçler bırakınız fiili olarak, sözle bile destek olmuyorlar, hatta içlerinde yapılan bu özverili ve asil insani harekatı karalamaya çalışanlar bile var.
Bu durum bir bakıma Türkiye için bir sonun başlangıcı demek ve Türkiye buradan hareketle stratejisini "müttefiklersiz müttefiklik sözleşmesinin gereğini tek başına yerine getirmek" olarak belirliyor ve yoluna kararlılık içinde devam ediyor. Esasen sadece sözleşmenin gereğini yerine getirmekle de kalmıyor, çok daha fazlasını yapıyor… Nisan 2011 tarihinden bugüne kadar üç milyon Suriyeli’ye sınırlarını açıyor, ev oluyor, yurt oluyor, gönlünü ve mali imkanlarını seferber ediyor.
Bakış içeriği yansıtır!
Bir olayı ve konuyu ele alma biçimi içerik hakkında bilgi sunar. Olması mümkün değilse de bir de konuya şöyle bakalım. Pekala Türkiye olaya insani açıdan ve gönül coğrafyası temelinde bakmasaydı, maddi imkanlar ve güvenlik kaygıları gibi pencerelerden bakıp 2011 yılından beri üç milyonu aşan Suriyeli göçmene kapılarını kapatsaydı, ne olacaktı? Belki ilk söylenecek şey; yapılan mali harcamalar yurt içinde kalmış olacaktı. Ayrıca Türkiye Avrupa'ya geçiş güzergahını açık bıraktığında müttefikleri büyük bir mali yük ve kamuoyu baskısı altında kalmış olacaklardı. (Kamuoyu baskısı derken, genel olarak Avrupa ülkelerindeki mültecilere olan olumsuz bakış üzerinden konuyu ele almak gerekiyor. Hatırlanacağı gibi eylül 2015 tarihinde Macaristan Sırbistan sınırında Macar polisinden kaçmaya çalışan göçmene çelme takıp sırtındaki küçük çocuğuyla yere düşüren Macar basın elemanının psikolojisi hala gözlerimizin önünde kötü bir örnek olarak duruyor. Buna karşın geçen günlerde bir askerimizin Afrin'den iç bölgelere getirilen Suriyeliler arasında otobüsten inerken "düşmesin diye bir çocuğu koruyarak indirmesi"de gözlerimizin önünde… Bu insani bakış ve medeniyet anlayışı söz konusu davranış örnekleri (hem de bir sivil ve askerin psikolojisi) dikkate alınarak değerlendirildiğinde ne yazık ki bu yüzyılda da değişmeyecek görünüyor!)
Evet Türkiye kapılarını kapalı tutsaydı, müttefikler için büyük bir mali yük olacaktı, diyoruz. Çünkü söz konusu göçmen akımının (her ne kadar Türkiye'nin 30 milyar dolarlık harcaması olduğu belirtilse de) satın alma gücü paritesi dikkate alındığında Avrupa'ya olan mali yük 100 hatta 150 milyar doların üzerinde olacaktı. Bir veri olarak değerlendirildiğinde Alman İstatistik Kurumu'nun 2016 yılı verilerine göre örneğin 2-3 kişilik bir aile için sadece gıda, giyim, enerji, sağlık ve eğitim dikkate alındığında (ulaşım, iletişim, kültür gibi faaliyetler hariç) kişi başına aylık harcama tutarı 800 doların üzerindedir. Bu durumda 3 milyon göçmen Avrupa'ya yönlenmiş olsaydı, basit bir hesapla göçmenlerin Almanya'ya yada Avrupa'ya sadece yıllık maliyeti 30 milyar doların üzerinde olacaktı.
Demek ki Türkiye müttefiklik görevini bihakkın yerine getiriyor. Geçmişte NATO'nun güney askeri sınırlarını koruyarak ve Kore, Afganistan, Bosna gibi pek çok coğrafyada uluslar arası askeri güç olarak dostlarına büyük destek verirken, bugün de müttefikleri için büyük fedakarlıklar yapıyor. Tabi ki bunun karşılığında Türkiye müttefiklerinden samimi ve makul bir talepte bulunuyor: "Lütfen imza koyduğunuz sözleşme hükümlerine uygun davranınız ve üyelerden birine yapılan saldırı tüm üyelere yapılmıştır, maddesinin gereğini yerine getirerek yanımızda olunuz!"
Türkiye bu haklı talebine karşılık somut bir cevap alamasa da; bazı müttefiklerin açıkça ifade ettiği gibi, kim bilir diğer müttefiklerin zihinlerinde "iyi ki Türkiye gibi bir müttefiğimiz var!" şeklinde bir motto dolaşıp duruyordur!
Şirazesi kaymak yada kaymamak!
Türkiye'nin haklı davasına karşı yurt dışında oluşturulan tutumlara, yazık ki az da olsa içeride söylemleriyle eşlik edenler de olabiliyor. "Ne işimiz var, Afrin'de!" derken sanki otuz yıldan beri savunmada kalan güvenlik güçlerimize ve sivil insanlarımıza hiçbir tehdit ve saldırı yokmuş gibi kabul ediliyor, alışveriş merkezlerini, okulları kimlerin bastığını, öğretmenleri öğrencileri kimlerin katlettiği nasılda çabuk unutuluyor.
Daha somut olarak sormak gerekirse; son 30 yılda 30 bin insanımız nasıl hayatını kaybetti, nasıl şehit oldu? Yoksa "Türkiye sınır dışında saldırıları püskürtmekte olduğu için mi saldırılara maruz kaldı? Tabi ki hayır…
Yine son 30-35 yılda neredeyse her yıl bin ailenin yüreğine ateş düştüğünü, bin can, bin vatan evladının hayatını kaybettiği ve "sürekli savunmada kalmanın saldırıya açık olmak!" olduğu nasıl unutuluyor. Hakikaten "şirazesi kaymak" tam da bu anlayışı ifade ediyor olsa gerek!
Ayrıca Türkiye'nin kalkınması için gerekli beşeri kaynağın ve mali sermayenin söz konusu terörist saldırılar nedeniyle harcandığı ve söz konusu ekonomik kaybın en az 300 milyar dolar olduğu ve çarpan etkisi de dikkate alındığında bu kaybın 1 trilyon doların üzerine çıktığı neden anlaşılamıyor. Bugün somut olarak görülmektedir ki; kaybolan bu kaynaklarla en az 10 GAP projesi veya ondan fazla sayıda üçüncü havalimanı yapılabilirdi, ama yapılamadı. Demek ki esas olan içerde huzur ortamını ve istikrarı sağlamak olmalıdır. Çünkü dünya deneyimleri ve akademik çalışmalar göstermektedir ki; "İstikrar olmadan ekonomik kalkınma, adalet ve refah olmaz!"
Bilgi ve bilim ne için?
Her şey bu kadar açıkken bu konularda değerlendirme/analiz yapanlardan bazıları, bilimsel metotlardan habersiz davranabiliyorlar. Dünün olaylarını bugünün koşullarıyla, bugünün olaylarını dünün koşullarıyla aynı sepete koyarak değerlendirmeye çalışmak, tabi ki mantıksız ve anlamsız hatta absürd oluyor. Bir olayı açıklarken söz konusu alanda ortaya çıkan değişimi değerlendirmek için farklı bilimsel yöntemler kullanılabilir. Örneğin zaman serisi analizi, yada yeterli veri yoksa yatay kesit(cross section) analizi veya veri uygunsa panel veri analizi de yapılabilir. Tabi ki yapılan analizlerle aynı sonuca ulaşılması beklense de; sosyo-ekonomik yapıdaki ve teknolojideki değişim kayda değer ise farklı sonuçlara ulaşmakta söz konusudur.
Yine yatay kesit analiziyle mevcut durumda bir olayın farklı yer, durum veya alanlardaki özellikleri dikkate alınarak değişim üzerinde yargıya ulaşmak söz konusu olduğuna göre, her konu kendi şartlarında değerlendirilir.
Ancak bunlardan habersiz olarak yapılan değerlendirmeler genel kabul görmüş yöntemlerin ürünüymüş gibi sunulduğunda yapılan analiz doğru sonuca götüremez.
İşte yaşadığımız bu coğrafyanın ortak kültürünü, geleneğini, sevincini, acısını ortak tarihi mirasını ifade eden Afrinli bir masum çocuğu, anneyi, nineyi, dedeyi "Ne işimiz var, Afrin'de!" diyerek hedefleri karanlık güçlerin inisiyatifine terk edelim! çıkarımı (başka subjektif bir niyet yoksa) yanlış analiz tekniğini kullanmaktan kaynaklanmıyorsa anlaşılabilir değildir. Tabii bunu balık hafızalıkla açıklamakta mümkün olmasa gerektir!
İki binli yıllar refah yılları olacaktı!
İki binli yılların başlarında bilgi toplumunun nimetlerinden insanlığın büyük kazanç elde edeceği, refahın ve adaletin eşit dağıtılacağı, küresel refah ve barışın tesis edilerek hüküm süreceği bir sürecin başlayacağı yönünde güçlü mesajlar vardı. Bu kapsamda yeni bin yılda bilgi ve kaynak paylaşımın artacağı ve küresel sorunların çözüleceği bir temenni olmanın ötesinde Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlarca hedef olarak ortaya konuluyordu. Bu söylemler bir taraftan Birleşmiş Milletler Kalkınma Zirveleri ile dünyaya duyurulurken diğer yandan tam tersine kaos ve çatışmaların körüklendiği terörü araç edinen inisiyatiflerin ortaya çıkmaya başladığı ve bunların küresel ölçekte güce sahip bazı ülkeler tarafından da desteklendiği görüldü. Durum böyle olunca oluşturulan iyimser ortam birden ortadan kalkıverdi. Böylece insani değerlerin ve paylaşım kültürünün yeni bin yılın ilk yüzyılında da hayat bulma şansı başka bir bahara kalmış oldu. BM ve NATO gibi insanlığın bekası için inisiyatif alması gereken oluşumlar olup biteni sadece seyretmekle yetinirken, aldıkları kararları da hayata geçirmek yönünde yetersiz kaldılar. Bunun sonucu olarak mevcut kaostan çıkmak yönünde uluslararası kurumlar inisiyatif alamadılar yada almak istemediler.
İnsanlık vicdanının sesi!
Bugün dünyanın; insanlık vicdanının sesini duymak bir yana, mazlumların yanında olduğunu söylem ve eylemiyle kanıtlayan güçlü ve yürekli bir sese, seslere ihtiyacı var!
İşte bu ses kadim medeniyetinden beslenen iradeyle ortaya çıkan tutum ve tavrıyla "tek başıma kalsam da insanlık için mücadeleden vazgeçmem! diyen Türkiye'den yükseliyor. Kuşkusuz bu tavır; yüksek bir insan sevgisi, inanç ve medeniyetin göstergesidir. Hala olup biteni gözleriyle görmeyen ve kulaklarıyla işitmeyen bazı ülkeler ve kesimler var ve tarih bunları da Türkiye'nin büyüklüğünü ve öncülüğünü de kaydediyor.
Öyle ki; milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy bir bakıma bugüne de ışık tutan Türkiye'nin tavrını şöyle ifade ediyor:
…
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
…
Hakikaten bugün insanlığın vicdanı olan Türkiye; yediden yetmişe bayrak, vatan, devlet, millet sevdasına düşmüş samimi kalpleri aynı hedefte buluşturuyor ve insanlığın ortak sesi oluyor. Yurt içinde ve Afrin'de "Bedr'in aslanları gibi yürüyen şanlı Mehmetçik" bir kez daha insanlık vicdanının sesi olarak hakkın tecelli etmesi için gönül coğrafyasında "barışı tesis etmek" üzere yola çıkıyor ve Şair Arif Nihat Asya'nın söylediği gibi Türkiye'den artık tek ses yükseliyor...
…
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
…