Kadının toplumdaki yerinin belirleyici olmasındaki başlıca sebeplerden birisi; iş hayatındaki varlığıdır. 1990'lardan sonra oldukça hızlı bir şekilde iş dünyasındaki kadın figürselliğinin arttığını araştırmalar kolayca göstermektedir. Dönemsel olarak düşüşler yaşansa da geldiğimiz noktada örgütsel anlamda kadınların hem bedenen hem de ruhen iş dünyasına katılım sağladığı apaçık ortadadır. Her ne kadar erkek egemen bir toplumda bu katılımı yüksek tutmak zorlayıcı olsa da kariyer hedefine odaklanan kadınlar; tüm stres faktörlerine rağmen iş dünyasındaki varlıklarını korumaya çalışmaktadır. Üst düzey yöneticilerin baskısı, erkek çalışanlar ile eşit şartlarda çalışamama durumu ve sosyoekonomik stres kaynakları kadının iş dünyasındaki en belirgin zorlayıcı faktörlerdir. Ancak genele baktığımızda bu faktörler tek başına kadını çalışmaktan alıkoymaya yetmemektedir. Bir kadının kariyer planından vazgeçmesini ancak çok daha etkili bir proje sağlayabilmektedir. Bu projenin adına biz kısaca ÇOCUK diyoruz.
Çocuk sahibi olmak çalışan annelerin ensesinde adı stres olan bir hayaletle gezmesi demektir. Bu hayalet anneyi sabah uyandığı andan itibaren takip ederken gün içerisinde de sıklıkla olumsuz içerikli düşüncelerle yoklamaktadır. Stres adının hakkını veren bu gizli takipçi, bir annenin kabusu olabilmektedir. Doğumdan bir süre sonra bebeğini bırakıp da iş dünyasına adapte olmaya çalışan çiçeği burnunda anneler ise özellikle bu stresten muzdarip olmaktadır. Çünkü artık hiçbir şey bıraktığı gibi değildir. Ne kendisi ne de iş yerindeki diğer her şey!
Araya giren zamanın açığını kapatmaya çalışan taze anne gözü telefonda, kalbi evde kırık tebessümlerle iş çıkış saatini doldurmaya çalışmaktadır. Ensesindeki stres hayaletinin gün içerisinde kulağına fısıldadığı "Çocuğun şimdi sensiz evde ne yapıyor?" cümlesi kalbini sıkıştırırken işine odaklanmak için kaç derin nefesi içine çektiğini kendisi bile hesap edememektedir. Bunlar yetmezmiş gibi bir de iş arkadaşlarının eleştirel tutumlarına maruz kalmak bu taze anneyi bunaltmakla beraber ikilem çukuruna atmaktadır. Bu çukur onun kırılma noktasıdır. Bu nokta; günlerdir, haftalardır, aylardır ensesinde bir hayalet gibi taşıdığı stresin onu tükettiği o ilk andır. Hiç beklemediği anda gelip bedenini saran bu tükenmişlik işe gitmeyi istememe, sık sık işi bırakmayı düşünme, herkesin onun hayatını zorlaştırdığına inanma, sabahları kalkmada ve yeni bir günü karşılamada zorlanma, nedeni bilinmeyen baş ve vücut ağrıları yaşama, iç huzursuzluk hissetme, kronik gerginlikle mücadele etme, kendini tam anlamıyla içinde bulunduğu ana adapte edememe, uykusuzluk-uyuşuluk ve bitkinlik gibi belirtilerle seyredebilmektedir. Bu belirtiler ilk başladığı andan itibaren göz korkutucu olmakla birlikte anneyi derinden sarsmaktadır. Çevre baskısıyla birlikte verdiği her türlü karardan ötürü sorgulama ve hemen devamında pişman olma durumu yaşamaktadır. Her ne karar verirse versin hiçbir zaman ne işinde ne de evinde yüzde yüz memnuniyeti sağlayamadığını hissetmekte ve bu histen kaynaklı kendini yetersiz görmektedir.
Tüm bu olumsuz bakış açısı çalışan her on kadından dokuzunda görülebilirken çoğu kadın anneliğinin verdiği zaafiyetle iş hayatına uzun süreli bir küskünlük yaşamaktadır. Oysa küstüğü şey işi değildir. Kendisine gösterilmeyen anlayışa, hissedemediği sosyal desteğe, seçim yapmak zorunda bırakıldığı hayata küsmüştür. Bu küskünlük onun tükenmişliğinin bir sonucu olduğu kadar sebebini de oluşturmaktadır. Buna rağmen bazı annelerin küsmeye bile hakkı yoktur. Özellikle ekonomik gereksinimlerden kaynaklı bazı kadınlar hem anne hem de çalışan olma rolünde eş zamanlı performans kaygısı güdmektedir. Bu kadınlar ne anneliği bırakabilirler ne de iş hayatını. Bir ömür enselerindeki stres hayaletiyle yaşamayı deneyimlerken; bu deneyim zaman aktıkça yorgun bir alışkanlığa dönüşmektedir. Kariyerinden vazgeçmiş zorunlu çalışanlara dönüşen bu yorgun savaşçı anneler, çocukları konusunda da hep eksik hissetmektedir. Oysa unuttukları bir nokta vardır ki; o da anneliğin tabiatında eksiklik hissi olduğudur. Çünkü annelik yetememe kaygısıyla doğrudan bağlantılıdır. Her anne bir ömür bu kaygıyı cebinde taşır. Kimisi zaman zaman ortaya çıkarır; kimisi de sehpanın üstüne bırakır gelen geçen herkes görür.
Demem o ki; çalışan annelere karşı anlayış ve yüksek sabır göstermekte cimri olmayalım. Onların enselerinde bir nefes gibi onları takip eden stres hayaletini yok etmek için çaba gösterelim. Hatalara karşı sevecen bir dil kullanalım ve onların anne olduklarını sıklıkla kendimize hatırlatalım. Çünkü bir birey yetiştirmenin zorluğu bir uçak uçurmaktan, bir e-mail göndermekten, bir suçlu yakalamaktan ve diğer tüm meslek görevlerinden daha zordur. Çünkü evde bakıcıya, anneanneye-babaanneye ya da herhangi bir aile yakınına emanet edilen bebeğin her bakımdan gelişimini tamamlayabilmesi için öncelikli olarak annesine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç tüm iş tanımlarından büyük ve de gerçektir. Umarım iş hayatındaki koşullar; kadınların kariyerlerine çocuksuz devam etmeleri yerine çocuklu ve mutlu devam edebilmeleri için iyileştirilebilir.