İnsanın hayatta unutamadığı anıları vardır. Bunlardan bir tanesi de asker ocağıdır. Hele şimdiki gibi bedelli askerliğin olmadığı, şartların daha ağır olduğu o eski dönemlerden neler neler heybeye dökülmüştür de, anlat anlat bitmez. Vatani görevimi 1991-1992 yılları arasında 223 KD olarak Mamak Muhabere Okulunda yaptım. İlk akşam bizi yemekhaneye topladılar. 400 civarı KD asker var. Bölük Komutanı geldi, ''bir soru soracağım, kim cevap verecek?'' dedi.  Herkes pür dikkat dinliyor. Daha Atatürk derken ben elimi kaldırdım. (Lise yıllarında bir öğretmenimiz, cesaret konusunda böyle örnekler verirdi) Nasıl olsa dedim, yıllarca okuduk. Hakkında bir iki cümle kurarız. (diğer taraftan Gar'dan trenle gelirken biri Askerin El Kitabı diye küçük bir kitap satıyordu. Bende almış ve şöyle bir karıştırıp, şafak 1 diye işaretlemiştim) ''Kalk Asker, Atatürk'ün özelliklerini say'' dedi. Bende, -rutin olarak bilinen- ''zekidir, çalışkandır, iyi bir komutandır'' deyince, ''Aferin sana, iki gün çarşı izni'' dedi. Bunu duyunca onlarca parmak kaldıran oldu. İçimizde akademisyenler var, tarihçiler var, var da var. Toplam 10 madde imiş, kalanını onlar tamamladı. Sonunda Komutan: ''Arkadaşınıza ilk parmak kaldırma cesaretinden dolayı iki gün çarşı izni size ise teşekkür ediyorum'' dedi. Arkadaşlar ilk günler eğitim alanında sürünürken ben Kızılay'da özgürce gezdim.
Özeti: Cesaret bilgiden önce gelir. Özellikle toplu olan yerlerde bir soru sorulduğu zaman, o konu hakkında 1/10'de bilgimiz varsa -biraz da yorumlarız- mutlaka el kaldırmalıyız. Çoğu zaman bu tür sorularda bilgiden çok ilgiye dikkat edilir. Veya bir mükâfat verilmek isteniyorsa -mesela konferans veren yazar, kitap hediye etmek için basit sorusuna parmak kaldıran arar- vesile aranır da, erken hareket eden kazanır. Diğer taraftan bir göreve veya etkinliğe giderken onunla ilgili iki cümle araştırma yapmak konu hakkında bizi cesaretlendirir. Belki de sonunda ödül kazandırır.
SEN YAPTIĞIN BANKA 
SOYMAKTAN DAHA TEHLİKELİ
Mamak Muhabere Okuluna KD olarak askere geldim. Bizi salona topladılar. Bir Komutan geldi. Başladı konuşmaya. ''Arkadaşlar, burada ne ihtiyacınız olursa önce bize söyleyin. Sakın bir yerlere söyleyip (Ankara olduğundan mı yoksa başka nedenlerden mi bilmem yüksek kademede çevresi olan çoktu) telefon ettirmeyin… Taleplerinizi biz yerine getirelim'' deyince, bende söz istedim. ''Namaz kılmak için bir yer ayarlayabilir miyiz? Gerekirse halısını, kilimini ben temin ederim'' dedim. Dedi: ''Öyle bir müsait yerimiz yok. Camiye gidin'' Camide  bölüğe uzak, hele acemi askerin gitme şansı hiç yok. 
Baktık böyle bir imkân verilmiyor. Biz koğuşlarda ranzalar arasında gazete kâğıdı üstünde de olsa namazımızı kılmaya başladık. Bir, iki, üç derken sayı çoğalmaya başladı. Bir gün yine namaz kılıyorum. Bölüğün Çavuşu geldi. Beni görünce ''senin yaptığın banka soymaktan daha tehlikeli(!)'' dedi.
İlk günler, eğitim alanındayız. Karşıdaki camiden sala sesi geliyor. Bir iki sorduk, cuma namazına gitme imkânımız yok. O yanık sala sesini dinlerken özgürlüğün -o an kendimi, Rusya'da esir gibi hissettim- ne büyük nimet olduğunu anladım.
Sonraki zamanda öğrendik ki, Alay'ın içinde uzakta olsa bir cami var ve bir saat gecikmeli Cuma namazı kılınıyor. Orada ifa etmeye başladık. Epey rütbeli asker de geliyordu.
Özeti: Askerlik bizde kutsaldır. Peygamber ocağıdır. Dolayısıyla bu kutsallık içinde kutsallarımıza da değer vermek, imkân sunmak gerekir. Namazını kılan kılar, orucunu tutan tutar. Saygı çerçevesinde aynı gemide yolculuğa devam edilir. İftarda, sahurda oruç tutanlar için -bize de çıkmıştı- yemek çıkar. Tutmayanlar da normal yaşamına devam eder.
İLK MEKTUP BANA GELDİ
Eski dönemlerde şimdiki gibi telefon veya sosyal medya yaygın olmadığından en önemli iletişim aracı olarak mektup kullanılırdı. Okuma yazması iyi olmayanların mektuplarını da arkadaşları yazardı. Hele bir de yavuklusuna yazıyorsa arada takılmalar -onun adına arkadaşı ne yazarsa- olurdu.
Bende ilk mektubu sınıf arkadaşım olan Şerif İpek Hocaya yazdım. İki gün sonra gelen posta okunuyor. Bende öylesine dinliyorum. İsmim okununca bu kısa sürede bana kim mektup gönderdi acaba? Hem de adresi nasıl bildi, diye. Hem şaşırdım hem heyecanlandım. Zarfı elime alınca baktım ki benim gönderdiğim mektup, adres yanlışlığından iade olmuş. Bize de zarfı açıp kendi yazdığımı kendimin okuması düştü.
Özeti: Her insanın hayatında unutamadığı anılar olur. Bu tür anıları yazarak muhafaza etmek en güzelidir. Bazen güldürür bazen düşündürür. Diğer taraftan da adres veya telefon yazarken çok dikkat etmek gerekir ki, bir yanlışlık yaşanmasın.
TAVSİYE: 50 yılın birikimi olan, muhtevasında 660 adet farklı nükteli nasihatin yer aldığı Mahirane Söylemler ve -hikâyeden şiire sızan- Susamak, Depremle Yaşamak ve Kazalar geliyorum Demez kitaplarımı mutlaka okumanızı ve evlatlarınıza okutmanızı samimi olarak tavsiye ediyorum. 536 5681141 No.lu telefondan iletişime geçerek, benden imzalı olarak temin edebilirsiniz.