Vakıf, tarih boyunca süregelmiş yardımlaşma ve dayanışma duygusunun sevginin, kardeşliğin, Allah için vermenin, fedakârlığın ve yardımlaşmanın bugünkü manada kurumsallaşmış halidir. O halde vakıf tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan bir sistemler bütünüdür.

Vakfın sebebi; Allahü Teâla'nın rızasını talep etmektir. Vakıf hâdisesi, Allahü Teâla'ya iman ve hesap gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır.

Vakıf müessesesinin tarihi çok eskilere dayanır. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da bilinen en eski vakıf Mekke'deki Kâbe'dir. Kâbe, yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapının temelleri Hz. Âdem Aleyhisselama kadar dayanır. Bugünkü Kâbe şeklinin İbrahim aleyhisselam ve oğlu İsmail aleyhisselam tarafından inşa edildiği Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de meâlen: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş(birr-i taat etmiş) olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir." (Âl-i İmrân sûresi: 92) hükmü beyan buyrulmuştur. Bu âyeti kerimenin inzalinden sonra Eshâb-ı kirâm " Rıdvanullahi aleyhim ecmain " sevdiği malları infak etme hususunda birbiriyle yarışa girmişlerdir.  Cabir radıyallahü anh: "Ben hicret edenlerden veya ensardan; mal sahibi olup da, vakıf veya tasaddukta bulunmayan hiç kimseyi tanımıyorum" diyerek, Eshab-ı Kirâmın vakfa ne kadar önem verdiğini izah etmektedir. Esasen Peygamber efendimiz "Sallallahü aleyhi vesellem"'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan; "Fedek arazisini", fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir.
Hazreti Ömer Radıyallahü Anh'in en kıymetli malı Hayber'de bulunan hurmalığıdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi vesellem" e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü... Hayber'de öyle bir hurmalık elde ettim ki, ondan dâha güzeli şimdiye kadar elime geçmemişti. Bana bu hurmalığı ne yapmamı emredersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem "sallallahü aleyhi vesellem " efendimiz; Onu aslı ile birlikte tasadduk et... Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz" buyurdu. Ömer radıyallahü anh, bunun üzerine "Satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla hurmalığın gelirlerini, fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve misafirlere harcanmak üzere vakfetti. Ona bakan kimse (mütevelli) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilir."
Sevgili Peygamberimiz "Sallallahü aleyhi vesellem" bir Hadîs-i Şerîflerinde buyurdular: "Âdemoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Devamlı sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk bırakanlar"
Vakıf; Kurân-ı Kerîm, Hadis-i şerîf ve Eshab-ı kirâm'ın icmaı ile sabit olan İslâmî bir müessesedir. Camiler, mescidler, medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve kervansaraylar hep "vakfın" önemini kavrayan mü'minlerce meydana getirilmiştir. Herhangi bir vakıf kadı'nın (hâkim) tasdik ettiği vakfiyede belirtilen şartların dışında kullanılamaz.

Kültürümüzde vakıf geleneği asırlardan beri devam etmektedir. Kimsesizler, yoksullar, yetimlerden tutun da hayvanlara varıncaya kadar vakıf medeniyetimizin en önemli nişanesi olarak görkemli eserler inşa etmiş, medeniyetimize kan ve can vermiş. Hayrat geleneğimiz alıp başını yürümüş. Camiler, çeşmeler, selsebiller, okullar, imaretler, misafirhaneler, su tesisleri, kaplıcalar gibi yüzlerce vakıf eseriyle şehirler harmanlanmış... Özellikle de vakıf bırakanların amel defterlerini, öldükten sonra kapanmaması mü'minlere daha bir şevk ve azim vermiş.

Osmanlı dönemi vakıf eserlerinin isimlerini bile saymak ciltlerle ifade olunur. Yalnızca bazılarının ismini saymakla iktifa edelim:

Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, çeşme, sebil, selsebil, şadırvan, fıskiye, havuz, kuyu, hamam, ılıca, hela, yol, köprü, kervansaray, imaret, hastahane, kütüphane, namazgah, gasilhane, tekke, ribat, zaviye, dergâh, türbe, künbed, çarşı, pazar, han, kışla, kale, kaldırım, miskinhane, kalenderhane, darülkura, darülhuffâz, dârülhadis, muvakkithane, çamaşırhane, yağhane, mumhane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, tımarhane, dârüşşifâ, suyolu, sarnıç, sığınak, kabristan, köşk, konak, meşrûtahane, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen... Bunlar yukarıda saydıklarımızın sadece bazılarıdır..

Bu maksatla vakıf yoluyla camiler, mescitler, namazgâhlar, mektepler, medreseler, kütüphaneler, kervansaraylar, çeşmeler, suyolları ve tesisleri, yollar, köprüler, deniz fenerleri, kale ve istihkâmlar, spor saha ve tesisleri, mesire yerleri, dul ve yetim evleri, emzirme ve büyütme yuvaları, kışın tehlikelerle dolu olan yüksek dağlarda ve geçitlerde cankurtaran istasyonları niteliğinde barınaklar ve bunun gibi nice hayrat binalar meydana getirilmiş ve bunların büyük bir kısmı zamanla mimari ve tarihi açıdan değerli birer anıt haline gelmiştir.

Kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin bakım ve tedavisine, bayram günlerinde şehir ve kasabalarda top atılarak çocukların sevindirilmesine, halkın neşe ve mutluluğunun arttırılmasına, alış-veriş edenlerin aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantar konulmasına, evlatlıkların hırpalanıp azarlanmamaları için kırdıkları kap-kacağın tazmin edilmesine, yoksul ve öksüz kızlara çeyiz verilmesine, düğünlerin yapılmasına, çalışamayacak kadar yaşlı olan veya sakatlanan meslek ve sanat erbabı ile işçilere yardım için fonlar tahsisine, halka yararlı eserler yazdırılıp çoğaltılmasına, ceza evlerindeki mahkûmların bazı ihtiyaçlarının karşılanmasına, halkın gıda ihtiyacının düşünülmesine, et fiyatlarının kış aylarında yükselmemesini sağlayacak tedbirlere, ıslah edilmiş koyunluklar kurmaya ve tarımın geliştirilmesine kadar pek çok hizmet yine vakıf kanalıyla uygulanmıştır.

Sevgili Peygamberimiz döneminden başlayarak vakıf kültürümüz ve geleneğimiz hep sürmüş. Selçuklular dönemi ile devam eden vakıf medeniyeti, Osmanlılar ile zirve yapmış ve kurumsallaşmıştır.Fatih Sultan Mehmed'le vakıf geleneği, belirleyici bir unsur olarak öne çıkmış ve hep öyle devam etmiştir.

Fakat gelin görün ki; vakıf bırakanlar yaptırdıkları vakfettikleri eserleri geride bırakırken onların korunmasını, kollanmasını, yaşatılmasını istemişler. Bu nedenle geride bıraktıkları eserlerin bir duvarına ya bir dua, ya da bedduayı asmayı ihmal etmemişler. Yalnızca halk değil, bu geleneği Padişahlar dahi sürdürmüşlerdir.

Hususen Fatih Sultan Mehmed Ayasofya'yı vakfedip, camii olarak kullanılmasını istemiş. Bu amaç dışında kullananların "Yakalarının bir araya gelmemesi" noktasında beddualar ettiği arşiv belgelerinde görülmüştür.

Evliya Çelebi, XVII. yüzyıldaki Osmanlı vakıf eserler hakkında, " ben elli yılda 18 padişahlık ve krallık yere seyahat ettim, hiçbir yerde bu kadar hayrat görmedim" diye yazacaktır.

Bugün bile bütün canlılığı, bütün haşmeti ile varlığını sürdüren vakıflar hizmet alanlarını toplumun ihtiyaçları oranında artırarak devam ettirmiştir.

Geçmişteki sayısız sosyal ve hayri hizmetlerinden bir kısmı arz edilen vakıfların Türk sosyal hayatının çekirdeği olduğunu söylemek yerinde olur.

Sonuç olarak "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır."

İsmail TUNCEL 
Kaleli Vakfı Mütevelli Heyet Üyesi ve Vakıf Müdürü
[email protected]