Depremi yaşayan her vatandaşın bir anısı mutlaka vardır. Ama maalesef bunları kitaplaştırarak, yeni nesillere ulaştırma ve ders alınmasını sağlama açısından çok cılız kalıyoruz. Ben bir yetkili olsaydım devlet eliyle işin uzmanlarından bir ekip kurar, Marmara deprem bölgesini taratır, kayda değer ders alınabilecek anıları kaynağından sıcağı sıcağına toplar, kitaplaştır ve genç nesillerin bilgisine sunardım. Sunmakla da kalmaz (Japonlarda olduğu gibi) başta öğretmenlerimiz olmak üzere öğrencilerimizin okumasını ve düşünmesini teşvik ederdim.(Bu vesileyle 17 Ağustos depremi akabinde anıların oluşturduğu 'Deprem Çiçekleri' kitabının yazarı hemşerimiz merhum Şaban DÖĞEN abimizi rahmetle anıyorum) Bazen bir anı on saat konuşmayla anlatılabilecek dersi verir. Bunun örnekleri çoktur. Aşağıda anlatılan anılar bunlardan bir parçadır. Gelin hep beraber düşünmek şartıyla, okuyalım.
Yıllar önce yaşanan deprem felaketinde, 42 yakınını kaybeden Lütfi'ye Kaner; ''O yıllarda yeni evli ve 15 yaşında genç bir kadındım. Erzincan'ın Karakilise Köyünde oturuyorduk. Evlerin çoğu kerpiçtendi. Gece yarısı büyük bir sarsıntıyla uyandım. Sarsıntı o kadar şiddetli ve derinden geliyordu ki, insanı attan yukarı doğru sıçratıyordu. Dengemi kaybetmemek için karyolaya tutundum ve daha sonra altına girdim. Tüm duvarlar yıkılmaya ve çatı çökmeye başladı. Sallanmanın durmasından yararlanıp bir an karyolanın altından başımı çıkarıp baktığımda parlak bir ay ve gökyüzü gördüm. Yıkıntıların arasında sıkışmış hareket edemiyordum. Saatler sonra yardıma gelenler tarafından kurtarıldım. Köy bir harabeydi. Çığlıklar durmak bilmiyordu. Bir günde 80-90 kez sallandık. Daha sonra 42 yakınımı kaybettiğimi öğrendim. Benim için tam bir yıkım oldu. O günleri hiç unutamadım. Üzerinden yarım asır geçmesine rağmen hala yaşıyorum.''
Depremden tahminen yarım saat sonra bir yangın çıkmış, binlerce insan enkaz altında can verirken, birçoğu da yanıp kavrulmuştu.
Şehirdeki bütün elektrik ve telefon hatları kesilmiş ve haberleşme imkânsızdı. Deprem, zaman zaman devam etmesine rağmen yakınlarımızı kurtarmaya gittiğimizde, ilk gün mahalle ve sokakları bulamamıştık. Ertesi gün 20 kişilik bir ekiple arama faaliyetlerini sürdürürken, 3. Orduya bağlı birlikler, semt semt kurtarma işlerine devam ediyordu. Onlar, toprak altında inleyen ve feryat edenleri kurtarmaya çalışırken, bizler bu fizahlara kulak asmıyor, kendi akrabalarımızı bir an önce kurtarabilmek için çırpınıyorduk. Geri döndüğümüzde, fizah ederek yalvaranların ebedi uykularına daldıklarına şahit olduk. Attığımız her üç, beş adımda bir, ya bir kola, ya bir bacağa, ya da bir kafaya basmamak için adım atacak yer arıyorduk. Mucize kabilinden kurtulanların, toz ve topraktan yüzleri belirsiz, yarı çıplak titrediklerini gözlerimizle gördük. Lakin konuşmuyorlardı, sanki bize küsmüşlerdi… Akşam eve dönerken, babalarımızın bıyıklarından sarkan buzlara, gözyaşlarının karışması da çok hazin bir manzara teşkil ediyordu.
Depremin üçüncü günü kurtarma çalışmaları biraz daha hızlanmıştı. Kurtarılan yaralılar, trenle Sivas'a gönderilirken, maalesef yanlarında refakat edecek kimseleri yoktu. Çıkarılan ölüler, hemen oracıkta, sahibi bulunmayanlar ise enkazdan arta kalan topraklarla üstü örtülmek suretiyle defnediliyordu.
Kurtarma işleminin daha çabuk yürümesi bakımından İmroz Adası'nda bulunan mahkûmlarda getirilmişti. 3. Ordu, mahkûmlar ve halkın yardımıyla (can kurtarmak maksadıyla) çıkarılan ölülerin defnedilmesi mümkün olmadığından, kadın, kız, erkek, çocuk yarı çıplak olarak, şehrin muhtelif yerlerine yığınlama başlandı. Ölü yığınları o kadar büyüdü ki, enkaz arasında bayağı fark ediliyordu. Bir hafta kadar geçmişti ki, o soğuğa rağmen, kokan ölüler olduğu gibi, parçalanmış kol, bacak ve çok ağır yara almış ölüleri köpekler yemeye başladı. 3. Ordu, köpeklerin vurulmasını emretti. Vurulma olayı günlerce sürdü. Zira köpek boş bir alana çıkmadıkça kurşun atamıyorlardı. Kesin bir gün verilmemekle beraber, depremden tahminen 25-30 gün kadar sonra, şimdiki Terzibaba yolu üzerindeki Şehitlik civarında büyük bir çukur kazılarak bütün ölüler toplu halde buraya defnedildi…
Netice olarak, ''Dün, dünle gitti can cazım, bugün yeni şeyler yapmak lazım '' beytinde ifade edildiği gibi, dünü telafi etme imkânımız yok ancak yarınları ve torunları olası afetlerde en az zararla kurtarma imkânımız hala var. Yeter ki dünden ciddi anlamda ders alarak, bugünü yaşayalım ve yarını en güzel şekilde hazırlayalım. Ümit ediyorum ki, afetler afiyete dönüşüverecektir. İnanmazsanız deneyin…
*
Memur Bey;
İşi gücü olmadan
Maske mesafeye uymadan
Vızır vızır yerinde durmadan
Çarşı pazarlarda dolaşanlara
Yaz cezayı Allah aşkına
Zor şartlarda çalışan
Sağlıkçılar namına
Bir de işini kaybeden
Mazlumlar adına
Çocuklarının ahına
Yaz memur bey yaz
Yaz ki, uslansınlar
Ve ortam düzelsin biraz