Zengin-fakir farklı

Soru
Bazı gayrimüslim ve ateistler İslâm’da fakirler ve fakirlikle ilgili aşağıdaki sorularda belirttiğim üzere bazı eleştiri daha doğrusu suçlamalarda bulunuyorlar.
Bir hadis nakledilmekte:
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- diyor ki:
Mekke’den Medine’ye hicret eden fakir Müslümanlar Hz. Peygamber’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- gelerek şöyle dediler:
- Yâ Resûlallah varlıklı Müslümanlar cennetin yüksek derecelerini ve ebedî nimetleri alıp götürdüler.
O zaman Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- Hayrola! Onlar ne yaptılar ki?” diye sordu.
Fakir muhâcirler:
- Bizim kıldığımız namazı onlar da kılıyorlar. Tuttuğumuz oruçları onlar da tutuyorlar. Üstelik sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz. Köle âzâd ediyorlar, biz edemiyoruz, dediler.
Fahr-i Kâinât - sallallâhu aleyhi ve sellem- onlara:
“- Sizden önde gidenlere yetişebileceğiniz, sizden sonra gelenleri geçebileceğiniz, sizin yaptığınızı yapanlar dışında herkesten üstün olacağınız bir şeyi haber vereyim mi?” diye sordu.
- Evet, söyle yâ Resûlallah, dediler. Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“- Her farz namazın peşinden otuz üçer defa sübhânallah, elhamdülillah, Allâhü ekber dersiniz.”
Birkaç gün sonra fakir muhâcirler Resûlullah’a -sallallâhu aleyhi ve sellem-tekrar gelerek:
- Zengin kardeşlerimiz bizim yaptığımız tespihleri duymuşlar. Aynını onlar da yapıyorlar, dediler.
Bunun üzerine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“- Ne yapalım! Artık bu Allah’ın bir lütfudur, dilediğine verir” (Müslim, Mesâcid,142).
Eleştiri ve suçlama:
“…Bu hadisten de görüleceği üzere İslâm’da fakirler hem dünyada hem de ahirette zenginlerden daha aşağı bir konumdadır. Nitekim zekât, hac, kurban, sadaka vb. ibadet ve fiiller ancak mal ile yapılabilmektedir. Bu ibadetler yapıldığında yapan için büyük sevapların olduğu belirtilmektedir. Hatta hac ibadetini yapan birisinin anasından doğduğu gibi günahlarından arınacağı belirtilmektedir…
Benzer şekilde yukarıdaki hadis referans alındığında, hatta tüm mal ile yapılan ibadet ve faydalı ameller dikkate alındığında fakir bir Müslüman ile zengin bir Müslüman arasında sevap elde etme ve cennetteki derece ve makam bağlamında İslâm’da derece farkı vardır, olacaktır. Kısaca fırsat eşitsizliği söz konusudur. Bu konuda cevap olarak ise sadece ‘Allah’ın lütfudur’ denilmektedir.”
Cevap
Hadislerde insanlar yoksul olmaya ve öyle kalmaya teşvik edilmiyor, gayret ettikleri halde yoksul olanlara, servet ile yapılan ibadetlerin yerine geçecek ibadetler olduğu bildiriliyor, aşağıda açıklanacağı üzere yoksulun ihtiyaçlarının karşılanması için devlete ve zenginlere vazifeler veriyor.
Zengini serveti ile ibadetlere teşvik ediyor, bunun yanında bir de yoksullara -aradaki farkı kapatmak için- yapacakları ibadetleri de yaparlarsa cennette ödüllerinin daha fazla olacağını bildiriyor. Böylece yoksulluğun derece almaya engel olmadığını bildiriyor; zenginliğin, servetin insanları azdırıp Allah’ı ve ahireti unutmalarının önünü kesmek istiyor.
“Allah’ın lütfu”, gayrete rağmen eşitliği engellemek değildir; kul elinden geleni yaparken de sonuç alırken de Allah’ın lütfu devrededir.
Uygulamada genellikle yoksullar daha dindar, zenginler ise daha dünyevi olurlar; hadisler iki tarafı teşvik ederek eşitlik sağlamanın kapısını açıyor.
Bu vesile ile şu soruları da ekleyerek cevap arayalım:
İslâm’ın hedeflediği sosyal düzen içinde zenginler ve yoksullar, efendiler ve köleler, işverenler ve işçiler olabilir mi?
İslâm özel mülkiyete bir sınır koymuş mudur?
Müslümanlar tüketirken serbest midirler, yoksa sınırları var mıdır?
Bu sorulara sosyalistlerin, kapitalistlerin ve karma sistemlerin verdikleri farklı cevaplar vardır, ama biz İslâm’ın cevabı üzerinde durmak istiyoruz.
Her şeyden önce şunu hatırlamakta fayda vardır: Birçok İslâm düşünür ve âliminin tekrarladığı gibi İslâm’dan çıkarılabilecek düzen kapitalizm, komünizm ve sosyalizm olamaz. Burada bir üçüncü (mevcutlardan farklı) düzen bahis mevzuudur.
Bugün dünyada ortalama ve kabaca bakıldığında nimet ve servetin yüzde sekseninin insanların yüzde yirmisine ait olduğu görülmektedir. Yüzde yirmi ile yetinmek durumunda olan milyarca insan içinde yoksullar, açlar, çıplaklar, evsizler, tedavi olamayan hastalar, eğitimden mahrum çocuklar ve gençler, işsizler, ihtiyaç yüzünden bir çeşit köleliğe razı onalar... vardır.
Kapitalizmi savunanlar devletin alacağı tedbirlerle (vergi, sosyal güvenlik vb.) bu çarpıklığın tahammül edilebilir sınırlara gelebileceğini ifade ediyorlar, ama devlete de sermaye (servet ve kudret sahipleri) hâkim olduklarından, yönetimleri çeşitli yöntemlerle etkileri altına aldıklarından bu iddia/beklenti asla gerçekleşmiyor. “Sosyal devlet” kavramı, demokrasi, eşitlik, adalet... gibi çoğu kez sözde kalıyor.
Sosyalist ve komünistler de serveti ve ekonomik gücü üreten kaynakları devletin eline vererek problemi çözmek istemişler, ancak devlet, eninde sonunda insanların elinde olduğu, insanlar tarafından yönetildiği halde onlar, insan unsurunu ihmal ettikleri için başarılı olmamışlardır.
İslâm ise üretim araçlarını da içine alan özel mülkiyete ve bir çeşit pazar ekonomisine (Medine Pazarı) yer vermiş, özel kesimin servetine sınır getirmemiş olmakla beraber yoksulluk ve sosyal adaletsizlik problemine aşağıdaki tedbirlerle çare üretmiştir:
1. İnsan unsurunun ıslahına öncelik vermiş, imanlı, yüksek ahlâk sahibi, dünyayı fani, serveti imtihan ve ibadet vesilesi gören, hakkı ödenmemiş servetin tapusu ve mülkiyeti kendinde olsa bile onu haram sayan, dünyada yapılan her şeyin ahirette hesabının sorulacağı şuuru içinde hareket eden... “İslâm insanı”nı yetiştirmeyi birinci hedef olarak kabul etmiştir.
2. İnsan hayatında dinden ayırılmış ve arındırılmış hiçbir alan bırakmadığı için bir yolunu bulup yükümlülükten kurtulmak, devlete karşı hile yaparak ödevden kaçmak zorlaşmıştır.
3. İslâm imanının içinde şu da vardır: İnsan da, sahip oldukları da aslında Allah’a aittir, sahip ve malik olan kul emanetçidir; yoksul, işçi, hizmetçi, güçsüz kimselerin haklarını vermeyenlerin hasmı Allah’tır, hesabını O soracaktır. Allah kul hakkını, kulu razı etmedikçe affetmeyecektir.
4. Yoksullar ve mahrumların derdine çare yalnızca resmi yoldan (devlet eliyle) değil, yardımı ibadet bilen, bazı yardımları yapması da farz olan dindarlar eliyle, onların kendi rızalarıyla ve bizzat (araya devlet girmeden) yapacakları yardımlar ve bağışlar ile de gerçekleşmektedir. Bu yardımların ve bağışların vakıflar vb. şeklinde teşkilatlanması çözümü daha etkili ve kapsamlı kılmıştır.
5. Sermayenin, riske girmedikçe, kâr ve zarara ortak olmadıkça sabit bir rantı (faiz) haram kılınmıştır.
6. Müslüman zenginin servetini istediği gibi kullanması ve tüketmesi mümkün değildir; din, vicdan ve devletin müdahaleleri ve sınırlamaları vardır.