YAZ TATİLİ BİTERKEN -1-

Ana, ilk ve ortaokullarda kayıtlar başladı devam ediyor.
Liselerde zaten sınavlı ve okul başarı puanı ile alan okullara kayıt işlemleri, kayıt ve nakil takvimine göre çoktan bitti.
Özellikle ilk ve ortaokul kayıtları hareketli, her veli çocuğunu hem başarı hem de ortam açısından emin ellere teslim etmek istiyor.
Ülkemizde veli profili çeyrek asırdır çok değişti. Son yıllarda hele, okul ve öğretmen seçiciliği ifratına giriliyor, bazen tahakküm derecesinde tavır sergileniyor.
Her ebeveyn için evladı elbette çok özel ve değerli, bunda şüphe yok. Bununla birlikte okul, bir eğitim ve öğretim merkezi olarak o çocuklara bir şeyler vermekle mükellef. Ayrıca farklı ekonomik, sosyolojik ve kültürel aile yapılarından gelen çocukları bir arada tutmak için tedbir alma, disiplin işlemlerine başvurmak ve velilerle işbirliği yapmak zorunda.
Bu, burada bir dursun, tekrar döneceğiz.
Haziran ayının ortalarından başlayıp Eylül'ün ikinci hafta başına kadar süren bir yaz tatilimiz var.
Şehirleşmenin bir doğal sonucu olarak çocuklar, ebeveynlerinin sosyo-ekonomik düzeyi iyi ise bir-iki haftalık tatile çıkıyorlar. Keyiflerince eğleniyorlar, arkadaşlarına hava atıyorlar sonra gelip apartmanlarına hapsoluyorlar. Yani tatil dönüşü mahallelerinde ve apartmanlar arası mekândalar. Hallerinden şikâyetçi midirler? Sanmıyorum. Nede olsa cep telefonu/tablet var; hem de akıllısından ve bi dünya içinde. Evden dışarı çıkmalarına ihtiyaç duymayacak kadar, her şey ellerinin altında. Öyle ki evde yiyecek mi yok, "Getir"i ara, getiriyor, o kadar.(!)
Çocuk niye dışarı çıksın.
Dolaysıyla pek çoğu için istese de dışarı çıkıp gezmek-oynamak, arkadaşlarıyla gün geçirmek, düşmek-kalkmak, kavga etmek, hemen sonra da barışmak yok artık.   
Bu cümlelerden sonra okuyucularımız, yazar bizi çocukluğuna götürecek diyebilir. Ben de, siz de gidin çocukluğunuza bakalım; hanginiz bu kadar "camdan fanus" içinde yaşıyordu?
Parantez açarak farkındalık için çamdan fanusun bu gün bir başka şekline dikkatinizi çekmek isterim. Daha yeni bir dizi ziyaretten geldim. Düzce, Yalova, Bursa istikametinden burası-Çorum. Gideceğimiz yerlere bizi, mekânsal hafızamız değil, navigasyon götürdü-getirdi. Bir gözümüz ve kulağımız cihazda, diğer gözümüz/gözlerimiz arabanın camından etrafı seyrederek yol aldık.
Önceleri haritaya bakıp gidilecek iller tespit ediliyordu. En azından ben, böyle yapıyordum. Yola besmeleyle çıkıyor, vardığımız ilde de, arabadan inip "selam veriyor" adres soruyor, halk ve yöre hakkında malumat sahibi oluyorduk. Bazen karşımıza hemşeri çıkıyor, bazen meslektaş çıkıyor, bazen kibar biri, bazen kaba biri çıkıyordu; şansımıza artık. Sora sora Bağdat bulunuyordu sonuçta. Tatlı hatıralar, insan manzaraları da cabası oluyordu.
Gidişat insanı, insana muhtaç etmeyen bir yaşam tarzına doğru gibi.
Bu bahs-i diğer, teknoloji artı ve eksileri ile üzerinde kafa yorulan/yorulması elzem bir mevzu.
Biz, eğitim çağındaki çocukların yaz tatili serüveninin dünü-bugünü üzerine yaptığımız analize kaldığımız yerden devam edelim.
Köy ve taşrada okuyan çocuklar şehirdekiler gibi apartmanlara mahkûm değiller ama müreffeh bir hayatları da yok. Okuldan arta kalan zamanlarda şartların gereği büyükbaş, küçükbaş hayvan varsa onların peşine düşer, anne-babası ne isterse onu yapardı.
Köylü, çocuğu şehirde okuyorsa yarıyıl ve yaz tatillerinde onun, dört gözle yolunu bekler, çobanlıktan tarla-bahçe, ekme-biçme ve hasadına kadar ona, gerekeni yaptırır, yanında çalıştırırdı.
Şehrin çocukları da kahir ekseriyette boş durdurulmaz; esnaf anne-babanın, usta babanın yanında çıraklık yaparlardı, patronluk değil.
Anadolu'da herkes ama herkes nafakasının peşindeydi. Başkasının elindekine göz dikilmezdi. İşler çoğu kez de imece usulü yapılırdı.
İmece, ne hoş ve anlamlı yardımlaşma çeşidiydi o zamanlarda. Karşılıksız ama samimi uzak-yakın komşuların, arkadaşların, akrabaların birbirine katkısı. Bitmeyen veya kısa sürede işlerin bitirilme çabası.
Ha.. Bu arada Anadolu insanı, yaz mevsiminin o iş yoğunluğuna rağmen çocuklarını camilere K.Kerim ve 32 Farz öğrensin diye göndermeyi de ihmal etmezdi. Buna köylerinde/mahallelerinde din görevlisi varsa Alevi/Bektaşi inancına sahip insanlar da dâhil.
İş yoğunluğu dedik ya Anadolu'nun kırsal kesiminde hasat mevsimi en az 2 ay sürerdi. Tarlaların ekimi sabanla sürülerek yapılır, pulluk yoktu. Biçimi orak ve tırpanla olur, biçer yoktu. Tanesinden ayırma işlemi, harmanlarda ekin sapları dövenle inceltilip sonra sap-saman yığını oluşturulur. Bu yığın da rüzgârlı havalarda yaba ile savrularak bir taraf saman, bir taraf taneye ayrılırdı. Yanılmıyorsam bizim yöresel ağızda sap yığınına tığ, tane/ekin yığınına çeç denilirdi. Taneler anbarlara, samanlar samanlığa konulurdu.
Sonraları patoz çıktı; ve yabanın devri bitti. Düz tarlalar için biçer-döver çıktı, patoza da ihtiyaç kalmadı. Şimdilerde traktörün girmediği yerler ekilmiyormuş.
Tarıma teknoloji geldi de ne oldu?
Tartışılan bir konu ama bereket gitti. Tarla, çok versin diye gübre çıktı, hastalık var dendi ilaç çıktı; ürün bollaştı belki ama toprak perişan oldu/zehirlendi. Hava değişti, su değişti. Çok ürün alma uğruna toprak gitti, hava gitti, su gitti, gitti, gitti…
Kazandığı yetmedi insanoğluna, her alanda daha çok, daha çok olsun hırsı yüzünden doğa S.O.S veriyor. İmdat diyor, kirlettin beni diyor.
Kara kirli, hava kirli, deniz kirli.
Her yanımız çöp; çevremiz çöp dolu, göller-nehirler-denizler çer-çöp dolu. Zaman zaman başımızı kaldırıp hayran hayran izlediğimiz gök kubbemiz de uydu çöpleriyle doluymuş. Yaaa…
Yazılarımızın sıkı okuru-sağolsun- İbrahim hoca; emekli öğretmen arkadaşla bir gün karşılaştık. Ayaküstü sohbet ettik. Geçmişten konuşmuştuk ve o zaman bu çöp mevzuuyla ilgili demişti ki:
    (Devam edecek)