Yirminci yüzyıl Türkiyesi'nde iz bırakan bir fikir adamıdır. 1909 yılında İstanbul'da doğmuştur. Aslen Erzurumludur. Babası Ahmet Efendi, annesi Fatma Hanım'dır.
Bezmialem Valide Sultan Mektebi'nde ilk tahsiline başlamış, Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi'ni 1922 yılında bitirdikten sonra Vefa Lisesi'nden 1928 yılında mezun olmuştur. Aynı yıl Fransa'ya gitmiştir. Sorbon Üniversitesi'nde felsefe tahsilini tamamladıktan sonra "İsyan Ahlakı" konusunda doktora yapmıştır.
1934 yılında yapmış olduğu doktora çok beğenilmiş. Ödül olarak çeşitli seyahatler teklif edildiği halde o, bir hafta boyunca üniversitenin kapısında Türk bayrağının dalgalanmasını istemiş. İsteği derhal yerine getirilmiş. Ondan sonra da ülkesine dönmüştür.
Ancak üniversiteye alınmamıştır. Galatasaray Lisesi'nde felsefe hocalığı ile meslek hayatına atılır. Fransız filozofu Bergson hakkında hazırlamış olduğu "Sezginin Değeri" adlı eseriyle doçent unvanını da alır ama üniversitede ona kadro verilmez.
1936-1937 yıllarında asteğmen olarak askerliğini yapar. Dönüşünde yine çeşitli liselerde, Robert Kolej'de felsefe öğretmenliği yapar. Bu dönemde 1939 yılında çıkartmaya başladığı Hareket Dergisi'ni tek başına yürütür. Şahsen ben de on yıldan fazla süre Hareket Dergisi'nin abonesiydim.
Ancak ruhi sıkıntısını kimselere açamaz. M.Cevat Akşit Hoca'nın anlattığına göre o kadar bunalmış ki derdini samimi dostu Sırrı Bey'e anlatmak zorunda kalmış. "Sırrı, ben kendimi denize atacağım" demiş. Niye diye sorulunca "Okuduklarıma bakıyorum Allah yok, Eve gidiyorum, annem babam namaz kılıyor, Allah var. İkisi arasında bocalıyorum" demiş. "Kafamdaki sorulara cevap verecek bir hoca yok mu? Ben kendimi denize atmak üzereyim" diye bağırmış.
Sırrı Efendi de gidip durumu Abdülaziz Bekki Efendi'ye anlatmış. Abdülaziz Bekki, bir Nakşi şeyhidir. Zeyrek Çivicizade cami imamıdır. "Onu getirebilir miyim?" diye sormuş. O da "Tamam, getir ama cemaat tam dağıldıktan sonra" demiş. Camiye vardıklarında cemaat yatsı namazından çıkmış ama hocayla sohbet ediyorlarmış. Caminin üst katındaki tozlu odada beklemek zorunda kalmışlar.
Cemaat gittikten sonra Hoca Efendi gelmiş oturmuş. "Söyle bakalım evlat" demiş. Topçu sormuş sorusunu, Hoca Efendi öyle güzel cevaplamış ki N. Topçu ikinci soruya hazırlanırken O, birinci sorunun cevabına ikinci sorunun cevabını eklemiş. Hoca'ya biraz yaklaşmış. İkinci, üçüncü, dördüncü derken, gece saat 03.00 olmuş.
Nurettin Topçu, o geceyi M.Cevat Akşit'e şöyle anlatıyor: "Yahu bütün sorularımı cevapladı. Hatta Fransızca sordum, o da Fransızca yanıtladı." Cevat Akşit diyor ki "Halbuki Hoca, Rusça bilir ama Fransızca bilmezdi. Bunun manevi bir işaret olduğunu bile farketmemiş."
Derken gecenin üçü olduğunun farkına varıp oradan izin isteyerek ayrılmışlar. 1944 yılında başlayan bu dostluk, Abdülaziz Bekki'nin 1952 yılında vefatına kadar sürmüştür.
Abdülaziz Efendi, imamlıktan aldığı maaşı, olduğu gibi fakir fukaraya dağıtır, evini hanımının işlediği çorap parasıyla geçindirmeye çalışırmış. Nurettin Topçu, "Onu tanımasaydım peygamberi tanımazdım" diyor. Onunla ilgili bir hatırasını anlatıyor:
"Bir gün sabaha doğru Abdülaziz Hocaefendi'nin yanından ayrılıp eve geldim. Bakırköy Akıl Hastanesi'nde Eginli bir tanıdık yatıyordu. Durumu pek iyi değildi. Sabahleyin onu ziyaret için yola çıktım. Hastaneye vardım. Hastanın servisine gittim. O kısımda demir parmaklı bölümler vardı. Onun bölümüne girince şaşırdım. Baktım ki Hocaefendi, bizimkinin başında Kur'an okuyor. Müstahdeme: "Bu parmaklıklar içindeki sakallı hoca ne zaman geldi? İçeri nasıl girdi?" diye sordum. Müstahdem, "İki sattir içeride. Hoca olduğu belli. Kur'an okuyor. Doktorlar adama faydalı olamadı. Belki hoca faydalı olur diye kimseye sormadan aldım" dedi. Götürdüğüm meyve paketini hastaya verilmek üzere teslim ettim.
"Süratle Zeyrek'e geldim. Hocaefendi'nin kapısını çaldım. Hanımı çıktı" Hocaefendi nerede? Diye sordum. "İçeride. Siz gittikten sonra namazını kıldı, yattı. Hala uyuyor. Görüşmek istiyorsanız uyandırayım" dedi. Şaşkınlığım daha da arttı. Tekrar sordum: "Hoceefendi hiç evden ayrılmadı mı?" yok, cevabını alınca özür dileyerek ayrıldım."
Nurettin Topçu, o akşam keramet konusunda biraz konuşup tartışmışlar. Hocaefendi de bu haliyle ona bir nevi cevap vermiş, kerameti öğretmiştir.
Abdülaziz Bekkine ile dostluğu, onu maneviyata daha da yöneltmişti. İmam-Hatip Okullarının açıldığı yıllarda Celalettin Ökten Hoca ile yakın dostluk kurmaya başladı. 1955-1960 yıllarında İstanbul İmam Hatip Okulu'nda Psikoloji, Felsefe, Din Psikolojisi ve Dinler Tarihi hocalığı yapmıştır.
İmam Hatip Okulunda verdiği ders için kendisine ders ücreti sunulduğunda "Burası din mektebi. Ben, buraya ibadet için geliyorum. İbadetten para alınır mı?" deyip geri çeviriyormuş. Bir gün Din Psikolojisi dersinde ibadet içinde duyulan vecd halini anlatırken öğrencilerinden biri dayanamayıp sorar: "Ama hocam, biz sizin dediğiniz gibi kendimizden geçercesine namaz kılarsak rekatların sayısını şaşırırız." Hoca: "Keşke öyle kılabilsen de rekatları şaşırsan" diye cevap veriri.
Nurettin Topçu'nun Felsefe, Mantık ve Sosyoloji kitaplarını biz İmam Hatip Okulu son sınıfta ders kitabı olarak okuduk. Hatta Halis Ayhan hocamızın teklifi üzerine kendisine bir mektup da yazmıştım. Lütfedip derhal cevap göndermişti.
Nurettin Topçu, bir aksiyon ve fikir adamıydı. İhlaslı bir insandı. 1939 yılından vefatına kadar Hareket Dergisi'ni çıkarttı. Sayısız fikri, ilmi makale yayınladı. Pek çok eser bıraktı.
Nurettin Topçu hocamız 10 Temmuz 1975 tarihinde hakkın rahmetine kavuştu. Edebiyat ve fikir dünyamızda değerli izler bırakmış olan hocamıza Allah'tan rahmet diliyoruz.