MUHALİF GÖRÜNMENİN DAYANILMAZ CAZİBESİ

Yakın siyasi geçmişimizin ilgi çekici bir gerçeği, statükoya, devletin müesses nizamına karşı olduğunu söyleyerek reform vadeden, iktidar olması halinde değişim, dönüşüm getireceğini iddia eden partilerin halk tarafından coşkuyla sahiplendiğidir. Tek parti diktatörlüğünün sona erdiği 1950'den bugüne bu gerçek değişmemiş ve kim değişim ve reform vadederek devletin baskıcı gücüne karşı daha fazla hak ve özgürlük vadediyorsa halk ona yönelmiş onu iktidar yapmıştır. Devlet, bir süre sonra o bükücü kuvvetiyle o partiyi  devşirerk devletçi, statükocu olmak zorunda bırakmışsa da, bu bir gerçektir.

1950'den günümüze sandıktan çıkmayı başaramayan CHP'nin, 70'li yıllarda Bülent Ecevit'le girdiği ve birinci parti olarak çıktığı seçimlerdeki sloganı, "bu düzen değişmeli" idi. Ecevit, önce değişim ve reform vaadleri ile cumhuriyetin ikinci adamı Milli Şef İnönü'yü devirerek CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturmuş, sonra da yapılan seçimde CHP'nin tek partili yıllardan bugüne görüp göreceği en fazla oy ile birinci parti olarak çıkarmıştı. 80'lerde aynı yolu Turgut Özal ANAP'la izlemiş, bu defa da kitleler 12 Eylül darbecilerinin kendi partilerini dayatmalarına rağmen, sırf liste tamamlansın diye aday gösterilenleri dahi milletvekili yapacağı bir oy oranıyla onu iktidar yapmışlardır. 

Cumhuriyet tarihinin en reformcu partisi olan, devrim gibi bir çok değişimin altında imzası bulunan Ak Parti, (15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle hak vermesem de anlayabildiğim gerekçelerle) yirmi yıl sonra MHP ve benzeri devletçi partilerle aynı hizaya girerek statükocu bir görüntü verirken, yukarıda izah etmeye çalıştığım gerçeği bilen kimileri, devleti kuran parti iddialarının sahibi, statükonun yılmaz bekçisi olan CHP ve onun lideri Kılıçdaroğlu'nu parlatmaya, statükonun karşısında yer alan muhalif lider olarak göstermeye çalışıyorlar. 
Bunu yaparken izledikleri yöntem yukarıda sözünü ettiğim "devletin istemediği lider" algısı oluşturmak şeklinde. Liberal yazarların etkili platformlarından Serbestiyet son günlerde bu konuyu yoğun şekilde işliyor. Kıdemli liberallerden Alper Görmüş, "Devlet Kılıçdaroğlu'nu İstemiyor mu" başlıklı bir yazı yazabiliyor. Bir başkası da, laik batıcıların dış görüntüsünden bile rahatsız oldukları, yıllarca Sivas'ta Madımak otelinin yakılması ve bir çok kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların baş aktörü olarak bildikleri  Karamollaoğlu'nu demokrasi mücahidi ilan edebiliyor.   

Türkiyenin yakın tarihi göstermektedir ki, iktidar olmak için muhalif rolu oynamak iyi bir fikirdir, lakin Kemal Kılıçdaroğlu ismi bu rol için ne kadar uygundur, orası epeyce şüpheli. Ona bu rolü verenlerin kendisinden daha iyisini bulamadıkları kesin ama deprem bölgesine yaptıkları ziyarette kendi ittifakının adını bile karıştırarak, "Cumhur İttifakının liderleri olarak buradayız" diyecek kadar şaşkın bir adamın bu rolü sonuna kadar nasıl oynayacağı da epeyce şüpheli.

Kesinlikle kasıtlı yapmış olduğunu düşünmüyorum ama dindar - muhafazakarların oylarını alamazsa hiçbir şekilde kazanma ihtimalinin olmadığını bildiği için bu kesime şirin gözükmek amacıyla, Akşehir'de medfun Seyyid Mahmut Hayrani isimli şahsın dedesi olduğunu iddia ederek, şeceresini peygamberimize dayandıracak kadar işi abartan adamın, seccade üzerinde ayakkabıyla poz vermesi sadece talihsizlik ile açıklanablir mi? 

İstediği kadar helalleşme çağrısı yapsın, dilediği kadar barıştan, sevgiden, kardeşlikten, güzel günlerden, bahardan çiçekten böcekten bahsetsin, en büyük seçim vaadinin Suriyelileri geri göndermek olduğunu sıkça tekrar ederek, zayıflara, mazlumlara karşı ne kadar acımasız olduğunu ilan eden, böyece klasik CHP'nin kodlarında önemli bir yeri olan ırkçılığını faş ederek bugün sığınmacılara karşı gösterdiği acımasızlığını yarın başkalarına  yapmayacağının hiçbir garantisi olmayan bir Kılıçdaroğlu'ndan adalet ve merhametli bir yönetim beklemek bir basiret bağlanmasıdır. 

Geçen yüzyılın başlarında yaşadığı büyük yenilgiden sonra galiplerin dayattığı şartlara rıza göstermek zorunda kalarak, elinde tutabildikleri ile yetinmek zorunda kalan Türkiye'yi, - bütün sıkıntılarına rağmen- yüz yıl sonra tam da kritik eşiği aşarak bölgesel bir güç olma yolundayken, yeniden kendi sınırlarına hapsetmekten bahseden, eskisi gibi ABD ve Avrupa'nın uslu bir müttefikliğini büyük bir dış politika vizyonu gibi sunan bir lider  Türkiye için kesinlikle iyi bir seçim değildir.