Anadolu'nun değişik yerlerinde söylene gelen ancak gerçekliği tartışılan bir söyleşi vardır. Uzun bir süre meyve vermeyen ağaçları, meyve versin diye korkuturlar. Elinde bir balta olduğu halde ağacın karşısına geçerler ve: "Ey ağaç şayet bundan sonra meyve vermezsen seni elimdeki balta ile keserim". Yine derler ki bu korkutmadan sonra ağaç meyve vermeye başlarmış. Şayet meyve vermiyorsa sonuç zaten belli: Kesilmek.
Bu hikayenin doğruluğu var mıdır bilinmez. Ben ve babam bunu şimdiye kadar hiç uygulamadık.(!) (:) Ancak burada benim sorgulamak istediğim mantık hatasıdır. Nedense hem meyve veren ağacı taşlarız hem de meyve vermeyen ağacı kesmek gibi bir anlayışa sahibiz.
Her iki durumda da olan meyve ağacına oluyor desek yanlış olmaz.
Meyve veren ağacı neden taşladığımızı tartışmayı bile. Meyve vermeyen ağacı kesmeyi en kolay yol olarak biliriz ama neden meyve vermediğini hiç düşünmeyiz bile. Oysa kesmek yerine o ağacın dibine su vermeyi hiç aklımızdan geçirmeyiz. Olaya hep olumsuz bakmak ya da ceza vermek iliklerimize kadar işlemiştir.
Oysa meyve vermeyen ağaç ya artık ihtiyarlamıştır ya bir hastalık olmuştur ya da vermemiz gereken suyu vermemişizdir. Ama kesmek, tehdit etmek bizim en fazla başvurduğumuz yöntem.
Hayatımızın her alanına sirayet etmiştir bu hastalık. Beğenmediğimizi eleştiririz, yıkarız dökeriz. İyi ama sonrası dediğimizde cevabımız yoktur. Eleştirdiğimizde önerimiz de yoktur. Önce yıkalım da sonra bakarız anlayışı sarmaşık gibi sarmıştır zihnimizi.
Eleştirel bakmak iliklerimize kadar işlemiştir. Bilgi sahibi olmamız da gerekmiyor eleştirmek için. Mahalle kültüründen bir türlü sıyrılamadık. Ne için eleştirdiğimizi de bilmeyiz. Eleştireceğimiz kişiyi zihnimizde bir yere yerleştiririz. Ondan sonra vur abalıya.
Eleştirel bakış açımızı da çoğu zaman ideolojik düşüncelerimiz belirler. Sizin gibi düşünmüyorsa ağaç misalinde olduğu gibi seni döverim deriz.
Oysa hiç ağaçları sulamak aklımıza gelmediği gibi bizim gibi farklı düşünenleri dinleme zahmetinde dahi bulunmayız. Her söylenilene karşı gelmek şiarımız olmuştur. Dinlediklerimizi adet yerini bulsun cinsinden dinleriz çoğu zaman. Ne söylediğini kafa dahi yormayız. Çünkü söyleyen kişiyi zihnimizin en karanlık köşesine atmışızdır. Karanlık dehlizlerden çıkarmayız.
O zaman söyledikleri de karanlık dehlizlerine mahkumdur anlayışı içerisinde davranmaya devam ederiz.
Oysa biz bir müşriğe kabenin anahtarını teslim eden bir peygamberin ümmetiyiz.
Oysa biz; Savaşta peygamberimizi savaş yerinde bırakıp kaçan sahabelerine sitem yollu hiçbir söz söylemeyen bir peygambere inanıyorduk.
Oysa biz bu olay sonunda inen ve "Allah'ın rahmeti sayesinde onlara karşı yumuşak oldun. Şayet kaba, katı kalpli biri olsaydın etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlar için bağışlanma dile, işlerinde onlarla istişare et. (Bir konuda) karar verdiğin zaman Allah'a tevekkül et. (Ve onu uygula. Çünkü) Allah, tevekkül edenleri sever. (3/Âl-i İmran 159)" diyen ayetlere iman etmiştik.
Ağaçları elimize aldığımız baltayla korkutmanın şimdiye kadar bir faydası oldu mu bilmiyorum ama o ağaca su vermeyi hiç denemedik. O ağacın yanına bir ağaç dikmeyi akledemedik.
İnsanları kırmaktan, korkutmaktan bir türlü vazgeçemedik. Sözlerimizi bir ok gibi fırlattık karşımızdakine. Oysa kabalık, katı kalpli olmak bizlerden münezzehti. Oysa biz arkadaş olduk bu sıfatlarla.
Bırakın elinizdeki baltaları, susayan ağaçlara su verelim. Bırakın karşınızdaki ağaçları kesmeyi yeni ağaçlar dikmeye gayret edelim.
Sevgiyle kalın, sevgide kalın…