KONUŞUYORUZ...

Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa anlaşır derler.
Konuşmak ne kadar değerli bir haslet:
Konuşuruz dostlarla; adına sohbet deriz.
Konuşuruz arkadaşlarla; adına muhabbet deriz.
Konuşuruz ahbabla; adına dertlenmek deriz
Konuşuruz; daralmışızdır sıkıntıdan dinleyen bulursak; adına paylaşmak deriz.
Bir de bir konuşur, bir konuşuruz ki "ah dilim senden çektiğim zulüm" olur:
Konuşuruz; dostlarla aramız açılır.
Konuşuruz; arkadaşlarımızla aramıza nefret saçılır.
Konuşuruz; adı dedi kodu olur.
Konuşuruz; adı yalan ve iftira olur
Konuşuruz; adı nemmamlık olur
Konuşuruz; adı tecessüs olur.
Konuşuruz; adı su-i zan olur.
Konuşuruz; adı mâlâya'ni olur.
Konuşuruz; adı tartışma olur.
Konuşuruz; adı eleştiri olur.
**
Konuşuruz dilimiz o kadar tatlıdır ki; yılan deliğinden çıkar
Konuşuruz; dilimiz o kadar acımasız ve keskin kılıçtır ki başlar kesilir, kalpler tuz-buz olur.
Malum Yunus Emre deyişi:   Söz ola kese savaşı / söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı / yağ ile bal ede bir söz.
**
Konuşma, konuşanın içini dışa vurma aracı: yani dil, kalbin tercümanı.
Yazma denen konuşmanın kayda girilmiş şekli var ki, , "söz uçar, yazı kalır"la geçmişi günümüze bağlar. Zira kaybetmemek için, kaydetmek gerek.
Kişinin eseri, ikinci ömrü, yazar da, çağının tanığı olur.
            **
Okuyan cephesi, dinleyen cephesi ve tanık cephesi vardır ayrıca.
Yazılan kelime mecmuunun/kitabın garipliğini giderir, unutulmuşluğunun hüznünü dindirir okuyan.
Anlatan, kendisine kulak kesilenler/dinleyenler varsa bir başka konuşur.
Akıp giden sosyal hayatta cereyan eden olaylar tanıksız, temaşasız olur mu hiç?
Hiç biri diğerisiz olmaz elbette. Müşterisiz malın olmadığı gibi.
Konuşanı-dinleyeni, yazanı-okuyanı, oynayanı-seyredeni ile yaşam serüvenimiz ölene dek sürer.
Mamafih "marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir" der atalarımız.
İltifat ve müşteri rolünde sıkıntı yaşıyoruz günümüzde.
İltifat rolü çoğu kere dalkavukluğa, müşteri de bir garip şekle dönüşüyor bazen.
Malum hayat sahnesinde mutlaka herkesin bir rolü vardır. Bu rol, durumdan vazife çıkararak kişinin kendisi tarafından yüklenilmiş olabilir ya da başkaları tarafından biçilmiş de.
            **
Aslında eleştiri konusuna gireceğim; eleştirinin acımazlığından, eleştiri içindeki iltifat beklentisinden söz edeceğim ama hâlâ kendimi eleştiri yapar buluyorum. Ve bir türlü konuya giremiyorum.
Konuşanları, yazanları, yapanları beğenmeyip tenkit edeceğim derken kırıp dökenlerden bahsedeceğim ancak yazarken kendime biçtiğim rolle bilgiçlik taslayıp eleştiri sınırlarını kendime göre mi çiziyorum acaba.
Yazılanların kusurları, söylenenlerin yanlışları, yapılanların hataları mı hep mertek gibi gözümüze dek geliyor, ayıklanmış bulgurdaki binde bir taş hep bize mi çıkıyor.
"Karanlığa küfretmek yerine bir mum yak" demek kolay, haydi sen yap deyince cevapta afallıyoruz belli ki.
Ünlü Çin filozofu Konfüçyüs'ün sözü meâlen, M.Ö. 500'lü yıllarda yaşamış, insanlar o gün de aynı, bu günde aynı. Şaşıralım mı, hayır.
Cenap Şahabettinin dediği gibi "Başkası düştü mü, çürük tahtaya basmasaydı deriz; kendimiz düşünce bastığımız tahtanın çürük çıkmış olmasından şikayet ederiz."
"Eleştiriden kaçınmak istiyorsan, hiçbir şey yapma, hiçbir şey söyleme, hiçbir şey olma" tavsiyesi de ayrı bir mevzu. 
Ama konuşuyoruz..
Vesselam.