İslâm ve Batı insanlarını karşılaştırmayı, önceki yazıda özetlenen genel değer, görüş ve yaklaşım farklarından daha belirli sahalara aktardığımız zaman farkı daha açık göreceğiz.
Meselâ İslâm’ın ekonomik yapısına bakalım; bu yapının üç direği vardır:
1. Çeşitli şekillerde tezahür eden mülkiyet ki; dağılım bunun ışığı altında belirlenmektedir.
2. Üretim, tüketim ve dağılım sahalarında İslâmî değerlerle sınırlanmış hürriyet.
3. Değerlerin sınırlanmasında esas olarak dengeye ve karşılıklı kefâlete dayanan içtimaî adâlet.
İki cephesiyle Avrupa dünyasının iktisadında bunların mukâbili olan hususlara bakışlarımızı çevirirsek İslâm’ın, mülkiyet prensibi ve onun şekillerinde, kapitalist ve sosyalist sistemlerden farklı olduğunu görürüz. O, kapitalizmle beraber özel mülkiyetin esas olduğunu kabul etmediği gibi, sosyalizmle beraber olup kamu mülkiyetinin esas olduğunu da kabul etmez. İslâm, çeşitli şekillerde mülkiyeti kabul etmiştir: Birkaç kaynaklı özel mülkiyet, kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyeti. Bunların her birinin işlediği, her birine has sahaları ayırmış; hiçbirisini istisnaî veya şartlar icabı geçici bir çâre olarak görmemiştir.
Öte yandan kapitalizmde hürriyetler başını alıp giderken, sosyalizm (Marksizm) her nevi hürriyete el koyarken, İslâm kişilerin hürriyetlerini kullanmalarına izin vermiş, ancak bunu kullanacak olan insanı eğitmiş, hürriyeti cemiyete faydalı bir araç kılacak ölçütler ve değerler çerçevesi içine almıştır.
Üçüncü direğe gelince biz bugüne kadar, ferdin değerini düşürmeden, sosyal adâlet prensibine vücut veren, mefhumunu sınırlayan, plânını ışıklandıran bir sistem görmedik. Ama İslâm düzeni devlete, çalışma gücü olanlara iş imkânları açmak, gücü olmayanların geçimlerini üzerine almak vazifesini yükleyerek İslâm toplumu fertlerinin hayat ve maişetlerini sigorta etmesini sağlamak suretiyle bunu tam mânâsıyla gerçekleştirmiştir.
Şimdi soralım: Hem İslâm dünyası insanı için dışardan aktarma bir sistem ve metot aramamız, hem de sonradan uygulama fiyasko verince kendimizi bırakıp yolu ve muhtevâsını suçlamamız doğru olur mu?
Bunun yerine, daha önce de işâret ettiğimiz gibi, zenginleştirmemiz gereken ve zorunlu olan özden; yâni “sistem veya metodun, onu tatbik edecek olan milletin bünyesinden doğmuş, onun tarihi, psikolojisi, mefkûresi ve arzularıyla kaynaşmış olması” zaruretinden gaflet ettiğimizi kabul etmemiz daha doğru olmaz mı?
Üçüncü bir yolun işaret taşlarını koymak, sınırlarını tespit etmek için devamlı ve ciddî gayret hepimizin vazifesidir; boynumuzun borcudur, hiç birimiz bu vazifeden affedilemeyiz.
Bu yolun umûmî çerçevesini dinimizin kaynakları bize sunmuştur. Bize düşen bu çerçevenin verilerini amelî kalıplara dökmek ve işi yürütmektir. Böylece sınırları çekilmiş, binası sapasağlam kurulmuş olarak hayat düzenini ve bu arada İslâm’ın iktisat teorisini ortaya koymuş olacağız ki, bu, hepimizin üzerine yüklenmiş bir farzdır; herkes Allah’ın verdiği ilim, tefekkür, tesir ve güç nispetinde bununla mükelleftir.
İslâm ekonomisi ve faizsiz finans etrafında koparılan şüpheler fırtınası bir esas şüphe çerçevesinde toplanmaktadır; iddiaya göre fâiz, şirket ve bankaların, bunlar da ekonominin temelidir.
Prof. Neccar bu noktada kendi tecrübesini şöyle dile getiriyor:
“Allah Teâlâ bana, Mısır Arap Cumhuriyeti topraklarında meseleyi iktisadî yönden ele alan ve çözümler getiren bir tecrübe yapma imkânı bahşetti. Bu tecrübe aynı zamanda, İslâm dünyamızda gerçekleştirmek için işler bir yol bulmak çabasıyla çoğumuzu uykusuz bırakan, içtimaî ve iktisadî kalkınma hareketine katkıda bulunuyordu… Altını çizmek isterim ki; ben bu tecrübenin, kalkınma problemine ait bütün meseleleri çözeceği iddiasında değilim. Ben bunu, içtimaî ve iktisadî kalkınma probleminin çözümünde payı olan bir örnek; İslâm dünyasında ona verilecek yayılma fırsatı, boşluğu doldurma ve çözüme katılma payı ölçüsünde, fayda ve tesiri genişleyecek olan bir model olarak arz ediyorum.”
Neccar’ın bu çalışmasını “İslâm Düşüncesinde Banka ve Sigorta” adıyla Türkçe'ye çevirdim ve defalarca basıldı.