HOCAM: MEHMET AYDINKAL

İyiliğe açılmayacaksa attığın adım, zahmet etme, dur orada! 
Zenginliği para kazanmak sanan bir sürü insanın arasında, hedefini şaşırmamak için çabalayan birilerinden olabilmek…
Dünyadaki tüm kötülüklerin, senin yüzünden olduğunu bilmek, için için üzülüp, nerede hata yaptım derken de, bütün bu ruh halini görüp neyin var diyenlere de, "hiç" diyebilmek… Tabiatın ahenkli ve bir o kadar derin müziğinin arasında, en azından onu bozan bir unsur olmamak. Sustuğunda hissettiğin temizliği muhafaza etmek…
"Çay ısmarla acemi!" 
Kırk küsur yaşlara gelmiş birisine söylenecek söz değildi bu! Tam da kendimi bir şey sandığım zamanlar, nereden çıktı karşıma bu adam? Mesleğimi en dolu yaşadığım, üretkenliğimin tavan yaptığı zamanlar. Protokollerde, resepsiyonlarda ilk akla geldiğimiz, yetiştirdiğimiz öğrencilerimizin tamamının üniversitelere çok rahat gidebildiği yıllar… 
Bilgisayar toplamak için gittim o dükkâna. Üç kişinin zar zor oturabileceği mekânda, koltuğun birisini kedi işgal ediyordu. Bir diğer koltukta ise sahip olduğunu düşündüğüm kişi oturuyordu. İçeri girmeme rağmen, sıradan bir müşteri girişindeki alâkayı göremedim. Kedi bile kafasını kaldırmış, kim bu diye bakıyorken, o okuduğu kitaptan ayrılamıyordu. 
Merhaba!
Gözlüklerinin altından baktığında, beni bir çırpıda anlamış ve derse kaldığı yerden devam ediyormuş gibi, okuduğu kitabı gösterip "kim bu biliyor musun?" dedi. 
Evet! Doğru adrese gelmiştim. Daha ötesini, adamın iyi olup olmadığını anlamama gerek yoktu. İlk ders başlamıştı bile… Okuduğu yazarı tanıyıp tanımadığımı sordu. Henüz ne istediğimi bile söylememiştim. Sıradan bir esnaf alış verişinin çok uzağında kaldığımı hissettim. Ne için geldiğimi de unutmuştum. İyi bir öğretmen böyledir. Seni hemen dersin içine çeker. Hiç anlamazsın. Zaman kavramını ortamdan çeker alır…
Kitabın yazarı ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Beni daha fazla ezmemek için elinde tuttuğu kitaptan bir pasaj okumaya başladı. Fransızca bir şiir okuyordu. Bitirdiğinde, "ne diyor biliyor musun?" 
O anda avuçlarının arasındaydım. Sen benimsin… Dünyanın en iyi bilgisayar parçaları oradaydı. Evet! Kesinlikle… Fiyatına ne derse razıydım. Param yoksa kredi çeker, yine oradan alırdım. Buralarda hangi dükkânda Fransızca şiir okuyup, ondan etkilenen, açıklamasına kafa yoran birisini görebilirsiniz? 
Kitabın yazarını, Fransız şiirini konuşmaya başladı. Kim olduğum ve neye geldiğim umurunda değil gibiydi. Kedi bu duruma alışık görünüyordu. Her zaman dinlediği bir ninniyi dinler gibi oyuyordu. 
Dükkâna girdiğimden beri ayakta onu dinliyordum. Ne kadar nezaketsiz bir adam, boşta duran üçüncü koltuğa bir buyur etmedi de diyemiyordum! O kadar kendini kaptırmış bir hoca modundaydı ki… Bir yerden de söze girmem, meramımı anlatmam gerekiyordu. Sonunda dayanamadım:
"Pardon, ben bilgisayar toplayacaktım."
Dersin bitmesi keyfini kaçırmıştı. Daha anlatacağı çok şey vardı. Kelimeler ağzında kalmış, pek de sevmediği bir kanala girmiş gibiydi. En iyisi olsun diye devam ettim. Para mühim değil dedim. En iyisi… 
Bizi güldüren ve daha sonraları ağzımıza pelesenk olan o sözü ilk o zaman söyledi:
"Acemi!"
"En iyisi" sözünün bir şey ifade etmediğini, yapılacak işe uygun yapılanmanın önemini anlattı. Paranın değil, doğru aklın her kapıyı açabileceğinden bahsetti. Sonra bana birkaç kitap tavsiye etti. Oku bunları dedi. Fransız şairler gösterişlidir ama İran şairlerinin eline su dökemezler dedi. 
O günden sonra, her boş kaldığımda oradaydım. Dizinin dibinde kendimi çırak hissetmek çok güzeldi. 
Geçen gün sosyal medyada vefat ettiği haberi geçti. Adı ile haberi örtüştüremedim, inanamadım. Hocalığı yaşam tarzı haline getirmiş ve bunu bir mekânla sınırlamamış olan herkes, çevresindekiler için büyük kayıptır. 
Törende, orada öylece duruyordu. O duramaz, kalkar bir şeyler anlatır diye bekledim; Yok! Kalkmadı… Rektör bir iki cümle söyledi. Yok! Kesmedi… Anlatamadı… Öyle ya… Onu sadece okuldan tanıyordu. 
Sonra onu, araca taşırken omzumuza aldık. O an kulağıma fısıldadığını hissettim:
"Acemi…"