Yakut Hoca fani olan alemden baki olana gitti. Ardında sevenlerine derin bir acı bırakarak gitti. İzzettin ve iffetin, her şart ve ortamda mücadelenin dersini verdi de gitti.
Dünyaya veya başka kullara kul olmadan, insanları Allah'a kulluğa çağırdı ve gitti. Hayattayken yapmaya çalıştığı gibi yine gevşek safları birleştirdi, yine birbirinden kopan gönülleri kaynaştırdı, yine uzak mesafeleri yakınlaştırdı da gitti...
Bana onu üç kelimeyle anlat deseler; cehd, samimiyet ve ümmet derdim.
Cehdin, gayretin, mücadelenin hep önderi ve örneği oldu. Adanmışlık ve fedakarlık görmek isteyen ona bakmalıydı. O kadar çok yere, o kadar çok meseleye koşturuyordu ki şaşırmamak elde değildi. İlimde ve fikirde, teoride ve pratikte söz ve eylem onundu.
Samimiydi. Yaptıklarını sırf Allah için yaptığına, hiçbir karşılık/menfaat beklemediğine hepimiz şahidiz. İstese makam mevki emrine amadeydi. Ama o sınıflarda kalmayı, sahada koşturmayı tercih etti hep. Herkes bir yerlerde masa başını tutarsa gençlerle kim ilgilenecek düşüncesine sahipti. İhlâsı sözlerinin tesirinden belliydi. Mal yığmak yerine infakı, paylaşmayı seçti.
Bir adam bütün ümmetin yükünü omuzlarında nasıl bu kadar hissedebilir? Arakan, Afrika, Afganistan, Suriye, Kudüs, Doğu Türkistan v.b. tüm bu coğrafyalar onun zihninde, gönlünde bir mıh gibi çakılıydı. Küçük taassuplardan, herhangi bir 'şey'cilikten uzaktı. Suriye'ye tırlarca yardım organize etti. Hem de kendi elleriyle yükleyerek çoğu zaman. İmam hatip lisesine farklı bir ruh getirmişti. Hastalandıktan sonra bile yardımları telefonla organize etmeye devam etti.
Tüm bunları yaparken itidali hiç elden bırakmadı. Nefis tezkiyesi ile cihat, onun için birbirinden ayrılmaz iki gündemdi. Kalbi veya aklı öncelemek yerine ikisini de dengelerdi. Kuşatıcıydı; tasavvuf ehli bir kimse de radikal düşüncelere sahip bir kimse de onda kendinden bir şeyler görür, ona ısınırdı. Kibir ve bencillik tehlikelerine karşı hep uyarırdı çevresini, daha 90'lı yıllarda bile bazı dergilerde fikirlerin ilahlaşması tehlikesine dikkat çekmişti.
Güler yüzü, yumuşak huyluluğu, kimseyi kırmayışı, insanlarla şakalaşması, hele çocuklarla çocuk olması onu özel kılan yanlarındandı. Çocukları tek eliyle havaya kaldırır kendini de asansör dede diye nitelendirirdi.
Vefa en çok ona yakışan bir vasıftı. Cenazesine gelen belki kırk yıllık arkadaşları bunun en güçlü delillerindendir. Yakınları, Türkiye'nin dört bir yanından gelen telefonlarla, taziye mesajlarıyla karşılaştı bugün.
Hastalığından hiç şikayet etmedi, şiddetli ağrılarının olduğu dönemlerde bile. Onu teselli etmeye gelenler onda teselli buldu. Hastalığının son demlerinde bir gün iyileşmeyi en çok istediği nedenlerden birinin tekrar sınıflara dönmek olduğunu söylemişti. Dönemedi...
Ama Ey Aziz Öğretmen! Sen artık, sınıflarda, koridorlarda, dernek merkezlerinde olamasan da yetiştirdiğin, etkilediğin, kalbine dokunduğun binlerce genç ve pırlanta gibi yetiştirdiğin beş evladın senin yerine, birer sadaka-i cariye olarak bu vazifeyi sürdürecek. Seni asla unutmayacak ve yolunu sürdüreceğiz.
Mekanın cennet olsun. Çektiğin acılar günahlarına kefaret olsun. Rabbimiz seni cennetiyle, cemaliyle müşerref kılsın. Arzuladığın şehadet makamında kabul etsin seni. Sevdalısı olduğun Peygamber Efendimize komşu kılsın...