DIŞ POLİTİKA İÇ POLİTİKANIN NESİ OLUR?

Ak Parti, son yıllarda başta ekonomi olmak üzere birçok alanda eski günlerini arattığı halde gücünü büyük oranda koruyorsa bunu, geleneksel Türk dış politikasının aksine, son yıllardaki aktif politikasına borçludur desek sanırım yanlış olmaz. Bu dönemde atılan cesur ve doğru adımlar, "yurtta sulh, cihanda sulh" sözünün bir retorikten ibaret olduğunu, bununla milletin yıllarca uyutulduğunu göstermiştir.
Dış politikanın üzerine inşa edildiği bu söz, hem samimiyetsiz hem de gerçeklikten kopuktu. Samimiyetsizdi, çünkü yıllarca milletin büyük çoğunluğuna dinci, gerici, bölücü, ilk fırsatta vatana ihanet edebilecek memleket düşmanı muamelesi yaparken yurtta sulh olmazdı, olmadı da. 
Gerçeklikten kopuktu, çünkü çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi, yani, insanı insanın kurdu olarak gören kapitalist dünyaya eklemlenmeyi hedef gösterirken, cihanda sulhtan bahsedilemezdi. Bundan çok daha doğru ve gerçekçi olanı, "hazır ol cenge eğer, istiyorsan sulhu salah" sözüdür ki, yüz yıl sonra dönüp dolaştıktan sonra gelinen nokta burasıdır. 
İmparatorluk bakiyesi bir toplumun, bir asırdır köksüz, tarihsiz, nevzuhur, suni devletler gibi Batının kuyruğuna takılmışlık görüntüsü, milli gururu öylesine incitmiştir ki, ülkenin dış politikadaki aktif ve kararlı duruşunun en somut göstergesi olan Suriye devrimindeki rolü, hayat pahalılığı gibi insanların siyasal tercihlerini doğrudan etkileyen bir konuyu dahi ikinci plana itmiştir.  
Savunma sanayindeki gelişmeler, PKK ile mücadelesinde hiç olmadığı kadar elini güçlendirirken, Suriye, Libya ve Azerbaycan'da doğrudan inisiyatif alması, Suriye devriminin gölgesinde kaldığı için gerektiği kadar dikkat çekmemiş olsa da Etiyopya ile Somali arasında arabuluculuk yaparak, savaşın eşiğine gelmiş Afrika'nın bu iki önemli ülkesini Ankara'da bir araya getirmiş olması, ancak devletin dış politikada artan ağırlığı ile izah edilebilir. 
Gazze'de 465 gündür devam eden vahşi Siyonist soykırımına durmaksızın silah akıtarak, sivil ölümleri ise endişe (!)  ile seyreden küresel haydut sisteminin bugünlerdeki en büyük derdi, Türkiye'nin yeni Suriye yönetimi üzerindeki nüfuzunu nasıl kıracağı konusudur. İstihbarat servisleri bir araya geliyor, planlar kuruyor, İsrail ve bölgede küresel emperyalistlere yataklık yapan başta BAE olmak üzere diğer uşak rejimler eliyle Suriye'yi kontrol etmeye, bu olmazsa yeni bir iç savaşa sürüklemeye çalışıyorlar. 
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın, Avrupa'nın küçük ülkeleri diye aşağıladığı Almanya ve Fransa, ABD'nin gölgesine sığınarak Suriye'de rol kapmaya çalışıyor, devrimi yapan kadroya sistem dayatmaya kalkıyorlar. Ekonomik olarak güçlü ama siyasi olarak birer cüce olan ve AB'nin yüzde doksanını oluşturan bu iki ülke, ancak ABD'nin kuyruğuna takılarak varlık gösterebiliyorlar, değilse tek başlarına dışarı çıkmaya yürekleri yetmiyor. 
Ekonomik bir süper güç olan Almanya, 2. Dünya savaşından sonra burnuna halka geçirilmiş ayı misali kendisine ait bir iradesi yok, sahibi ne derse o.  Milyarlarını harcadığı Kuzey Akım Doğalgaz Boru Hattı, Ukrayna savaşında Rusya ile flört etmesinden dolayı kim vurduya gitti, gıkını çıkaramadı, uslu uslu sıvılaştırılmış gaz almaya yöneldi, kömür gibi eski enerji kaynaklarına dönmek zorunda kaldı. 
Bir diğeri olan Fransa, son on yılda Afrika'nın neredeyse yarısını teşkil eden asırlık sömürge imparatorluğunu tümüyle kaybetti. Fildişi Sahili, Mali, Nijer derken şimdi Senegal ve Çad'daki askeri varlığını bitirmek zorunda bırakılıyor. Yıllardır kanını emdiği Batı Afrika'dan aşağılanarak kovulmasından Türkiye'yi sorumlu tutuyor ve intikamını PKK-PYD'ye arka çıkarak almak istiyor ama bunu da yukarıda dediğim gibi tek başına yapacak cesareti yok.
Türkiye'nin bu yeni dış politikasına içeriden de çok ağır eleştiriler var tabii. Memleketin bunca sorunu varken ne işimiz var Suriye'de, Libya'da. Hem Somali'den, Etiyopya'dan bize ne diyorlar. Esed valizini toplarken, kendisiyle görüşülmesi ve Türkiye'deki sığınmacıları da af kapsamına alması ricasında bulunulmasını tavsiye eden CHP lideri Özgür Özel bunların başında geliyor. Bir sonraki seçimle Türkiye'yi yönetmeyi düşünen adamın dış politika vizyonu bu işte. 
Bir taraftan memleketteki her türlü olumsuzluğun kaynağı olarak sığınmacıları gören dünyadan habersiz cahil cühelayı kışkırtarak ve Esed'le barışmaktan başka yol olmadığını söyleyerek siyaset üzerinde baskı kurdular. Aslında amaçları Esed'in karşısında diz çökmüş durumuna düşürerek Erdoğan'dan kurtulmaktı. Seçimle yenilgiye uğratmaktan ümitlerini kestikleri Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı söküp atmak için bir tür manivela olarak kullandıkları katil Esed'le birlikte ne güzel sallayacaklardı ama olmadı. 
Özetle dış politikadaki bu radikal makas değişikliği Türkiye'nin itibarını hiç olmadığı kadar yükseltti. Fransız Devriminin jakobenleri gibi "Cumhuriyetimizin diktatörlük yılları ne güzeldi" diyerek, yüz yıl öncesinin kafasında yaşayanların bu ülkede siyaset yapmaları artık kolay değil. İtibarla birlikte riskler de arttı hiç şüphesiz ama risk almadan bu topraklarda barınılmaz. Burası Yeni Zelanda değil ki.