İnsan nelerden vazgeçmiyordu ki şu hayatta. Onsuz yapamam dediği onca şey… Kendisiyle bütünleşmiş, üzerine sinmiş bir dolu eşya. Bir ilmek kaçtığını görsün kazakta, ufak bir leke oluşsun cekette… Önce bir hafta, sonra bir ay, sonra bir sene… Eli varıp almaz uzun süre. Sonrasında dolabı boş yere işgal ettiğini düşünür. Sosyal medyada, iki yıldır elinizin değmediği sizin değildir gibi bir yazı okur. En sonunda da ani bir ruh haliyle vazgeçilenlerin arasında paketleyip eşya kumbarasına ayırır. Birçok giysinin başına hep aynı şey gelmiştir.
Adam tüm bunları düşünürken bir istisna aklına geldi; Ayakkabısı…
Yirmi yıldır dolabın en müstesna köşesinde duran ayakkabısı, orada lâyık olduğu başköşede, kendisinden hiçbir zaman vazgeçilmeyeceğini bilerek gururlu ve onurlu duruşunu sürdürmekteydi. Zaman içerisinde başka ayakkabılar geldi yanına. Renkli, şekilli daha pahalı ayakkabılar. Hiçbirisi de onun saltanatını bozmaya cüret edemedi. Sahibi, hiçbirisine ona baktığı, sakındığı gibi bakıp sakınmadı. Bir ayakkabıdan daha ne beklenebilirdi ki? Onca yağmurda, çamurda, kışın soğuğunda, ayazında ruh haline eşlik etmiş, onu hiç incitmemişti. O ayağındayken kendisini çok mutlu ve huzurlu hissediyordu. Babası mesleğe adım attığında aldıydı onu. Hatırası vardı. Hak ettiydi. Bir keresinde kaldırımda yürürken ayağı takıldıydı da, acısından çok onu düşündüydü bir şey oldu mu diye!En çok o gün küfrettiydi belediyeye…Bu ve buna benzer birçok badireyi atlatmıştı. Her atlattığı sıkıntı sonrası ayakkabı güçlenmiş, gönlündeki yerini sağlamlaştırmıştı. Birisi kışın bittiğini hatırlatmasa Haziran'da bile giyebilirdi.
Bir ayakkabı yirmi sene geçmesine rağmen ilk günkü gibi durabilir miydi? Bu nasıl bir işçilik, nasıl bir emekti? Helal olsun kalıba sokup, nakış işler gibi diken ustasına. Zere ondan pazarlık etmediydi babası. Ne dediyse verdiydi. Babalar bilirdi. Zira onlar daha çetin kışlar geçirmişti. Var mıydı eski kışlar gibisi? Kazma kürek attırıp, bacadan baktıran! Usta mıh gibi çakardı dikişi deriye. Bundandı vitrindeki gelinlik kız gibi duruşu… Pazarlık etmeye dili varmazdı insanların. İşçilik, müşterinin ağzını açtırtmayacak cinstendi.
- Ver gitsin baba şu ayakkabıyı!
Neyi, kime veriyorsun? Yeni yetmelerin emekten, sanattan, zanaattan haberi yok ki! Neyi vardı ki şu ayakkabının? Nesinden rahatsız oldunuz? İlk günkü gibi durabilmek suç mu oldu? Nedir bu tüketim çılgınlığı? Birkaç giymeden sonra hevesi geçilen, dağılan, bozulan bir ayakkabı mı arzuluyor bu insanlar? Ucuza aldıklarından mı bu çılgınlık, gözüdönmüşlük? Her elbiseye ayrı ayakkabı arıyorlar tezgâhlarda. Oysa ayakkabı insana uydurulmaya çalışılır, elbiseye değil! İşte tam da bu çılgınlık yüzünden şu zamanda, sahibinin derdinden anlamayan bir sürü yapı ve şekilde şeyler görüyordu ayaklarda, bir türlü ayakkabı olamayan…
Her ne kadar aklı rıza göstermese de eşinin, çocuklarının alaycı yaklaşımlarına dayanamayarak, onları bir poşete koydu. Eşya kumbarasına bırakmayı uygun görmedi. Zira ayakkabı kıymet bilir birilerine gitmeliydi. Ayakkabı tamircisi en iyi seçenekti. O anlardı… Hem ayakkabıcı ihtiyacı olanları daha iyi bilir, en uygun sahiplendirmeyi yapardı. Öyle yaptı. Tamirci durumu anladıktan sonra poşetten çıkardı, ayakkabıyı iyice inceledi. Bunu Recep Usta'dan mı aldın dedi. Evet dedi ama şaşkınlığını da gizleyemedi. Benim ustamdı diye devam etti tamirci. "Bu deriyi, bu dikişi hiç unutmam. Böylesi kalmadı bu devirde."
O günden sonra adam tamirciye daha bir sık uğrar oldu. Merak ediyordu. Ayakkabının iyi birisine gidip gitmediğini. Tamirci de durumu anlamış, her defasında, senin ayakkabı duruyor diyordu. Aradan altı ay geçmesine rağmen tezgâhta duran ayakkabı adamı düşündürmeye başlamıştı. Bir seferinde tamirci, istersen al götür dedi. Evdekilerin tepkisini bilmese götürecekti. Yok, kalsın dedi. Ustasının hatırası olduğunu, vitrinde kalmasında hiçbir sakınca olmadığını söyledi tamirci.
Aradan sekiz sene geçmişti. Taşındığı mahalleye yolu düşen adamın ilk işi tamirciye uğramak oldu. Satın almak isteyenler oldu, satmadım dedi tamirci. Ayakkabı layık olduğu yerde, ustasının elinde ilk günkü gibi duruyordu. Hem de vitrinde onun için hazırlanmış özel bir köşede…