MY- Bize kendinizi tanıtır mısınız?
AİS- Ben 1943 yılında zemheri ayında, İskilip'te doğmuşum. Evimiz Hacıpiri Mahallesi’nde, Müftü Camisi’nin karşısında idi. Üç kardeşiz. İki kız kardeşim, Ankara’da oturuyor. 1949 yılında ilkokula başladım. Küçükken hikaye dinlemeyi çok severdim. Bu durum beni, hikâye kitaplarını okumaya sevk etti. Bu okuma tutkum ile kısa sürede okumayı söktüm. Matematikten de biraz geri kaldım.
Hocanın Mustafa Verimli, Yaşar Yolcu, Hotunlu Çavuşun oğlu Recep benim mahallemizden çocukluk arkadaşlarımdı.
İlkokula Azmi Milli İlkokulu’nda başladım. Hadi Pahalı, Reha Açar öğretmenlerimizdi. Beşinci sınıfta Ulaş İlkokulu’na gittim. Ulaş İlkokulu yeni açılmıştı, oradan mezun oldum.
MY- Sizi küçükken yönlendiren oldu mu?
AİS- Vardı tabi. Pazarda da satılan küçük Battal Gazi, Hz. Ali'nin Cenkleri, Ferhat ile Şirin diye hikaye kitapları vardı. Evlerde hikâye anlatılırdı. Bunları okumak, dinlemek çok hoşuma giderdi. Yine çarşıda Hüsnünün Kahvesi’nde Aşçı Mori, ramazan gecelerinde, Seyfi Zülyezen’in kitabında yazılı olan, hikâyeleri anlatırdı. Kahvedekilerin tamamı onu can kulağı ile dinler, arada bir çay içme molası verirdi. O arada kendisi çayını, kahvesini içer, sonra kaldığı yerden hikâyesine devam ederdi.
Babama devamlı kitap aldırırdım. Mahallemizde benden on yaş büyük ablamız ile karşılıklı kitap alıp verişi yapardık. Abdulhaluk Çay ile kitap alış verişi yapardık.
Ortaokula gittiğim sırada, Osman Yalçın diye bir Resim ve Türkçe hocamız vardı. Türkçede bizi çok güzel yetiştirdi. Beni okumaya ve yazmaya teşvik ederdi. Son sınıfta okuldan ayrıldı. Bu sefer dersimize Sadık Koçhisarlı girdi. O Türkçe dersine önem vermezdi. Bu sefer ben sıradan bir talebe oldum.
İskilip kütüphanesinde: yaşlı bir İrfan Özer Bey vardı. İlkokulda bizi kütüphaneye almazlardı. Ortaokulda sık sık kütüphaneye giderdim. Kitapları getiren memur, kitap istememizden rahatsız olurdu. Buna rağmen; buranın müdavimi olup birçok kitabı İskilip kütüphanesinde okudum.
MY- Babanızla, Çorum'a ayakkabı satmaya gitme konunuz vardı. Onu anlatırmısınız.
AİS- Galiba ortaokul 2. sınıf yaz tatilinde idi. Babam ile ayakkabı satmak için, Çorum'a gittik. Babam, Çorum, Yozgat, Kırıkkale pazarlarına ayakkabı satmaya giderdi. O zamanlar malı üreten, ürettiği malı kendisi pazarlardı. He'lere (küfe) koyduğumuz ayakkabıları, kamyona yükleyip götürürdük. Kendimizde şoför mahallinde yer bulursak orada, bulamazsak kamyonun kasasında yolculuk ederek götürür, pazarda sergileyip satardık.
Çorum’a gittiğimizde babam, pazarda yanımdan ayrılarak- "Ben dolaşıp geliyim" dedi. Bir süre sonra bir eşekle yanıma geldi. -"Baba bu eşek ne?" diye sorduğumda - "Oğlum ben bunu altı liraya aldım. İskilip'te olsaydı 15 liradan aşağı vermezlerdi" dedi. Eşeği bir kamyonla İskilip'e götürmek istemiş, altı lira bunun için nakliye parası isteyince, kamyondan vazgeçmiş. Babam bunu anlatınca, yanımızda bulunan birisi- "Delikanlı eşeğin üzerine binsin, İskilip'e götürsün" dedi. Babam buna itiraz ederek, "Ali İhsan eşeği binerek götüremez" dedi. Benim bu arada delikanlılık damarlarım kabardı "Ben eşeği götürürüm" dedim.
Babam bana yol hakkında bilgi verip, gece Tozluburun Köyü’nde yatmamı, yolun geri kalanını ertesi gün devam ederek İskilip'e gitmemi tembihledi. Merkebin üzerine dehliz atıp, beni üzerine bindirdiler. Saat 10’da Çorum’dan yola çıktım. İkindiye doğru yolda bir harmana uğradım. Bana ekmek, yoğurt verdiler. Karnımı doyurdum. Oradan ayrılırken bana İskilip'e giden kestirme yolu tarif ettiler. Salur Köyü’nden, Kızılırmak Köprüsü’ne geldim. Köprünün üzerinden geçerken, köprü sallanırdı. Akşam camiden çıkarlarken, Karaburun Köyü’ne geldim. Babamın arkadaşının evini buldum. O evde gece, ambarın konsolunda uyudum. Sabah kalktığımda gün tepeme inmişti. Yorgun olduğumdan erken uyanamadım. Kahvaltımı yapıp, yola çıktım. Öyle vakti İskilip'e geldim. Anam beni, dört gözle bekliyormuş. Mahallede komşularda ben gelince sevindiler. Ben bu arada, bir işi başarmanın zevkini yaşadım. İnsan isterse, Çorum'dan İskilip'e eşeklede gelebiliyormuş. Bu arada bacak aralarım, eşeğe bindiğimden yara oldu.
Ortaokulu bitirince, ziraat okuluna girmek için İskilip'ten üç arkadaşla birlikte Bursa'ya gittik. Kayıt yaptırabilmek için okula gittiğimizde, elimizde bulunan hükümet tabipliğinden alınan sağlık raporunu kabul etmeyip, hastaneden heyet raporu getirecektiniz dediler. Bizde küçük ve saf olduğumuzdan, müdüre çıkıp "Kaydımızı yapında raporu da alıp gelelim" demeyi akıl erdiremedik. Gerisin geri Ankara'ya geldik.
Ankara'da babamın teyzesinin oğlu, Mustafa Serin vardı. Bunun yanına gittiğimde "Oğlum memurlukta ne yapacaksın. Memur Ankara'da aç. Bir sanata gir sanat öğren" dedi. Beni Moda Çanta’ya çıraklığa verdi. Ben orda çalışmaya başladım. Bu arada İskilip'e mektup yazarak, çantacıda çalıştığımı bildirdim. Annem babam, benim memur olmamı isteyerek, çantacıdan ayrılmamı istediler. Bu sefer Ankara'dan ayrılarak, İskilip'e döndüm. Babamın dükkânında, ayakkabıcılıkta çalışmaya başladım. Hem dikiş makinesinde çalışıyor, hem de deri kesiyordum. Ama Ankara'daki akrabamızın dediği hiç aklımdan çıkmadı.
Tekrar Ankara'ya geldim. Ağabeyimin yanında kalıyordum. Derinin sıcaklığını seviyor, başka iş bana soğuk geliyordu. Bir çantacının yanına girdim. Usta kısa boylu idi ama öyle çalışkandı ki, arkasından yetişmek mümkün olmuyordu. Ustam bana sanatı ve çalışmayı öğretti. Parayı kazanan ustadır derdi. Ben bu fikre katılmıyorum. Sanat icra edilir, para ondan sonra gelir.
Askere gidip geldikten sonra, aynı yerde işe başladım. Evlendim çocuğum olduktan sonra, ustadan ayrılıp 1967 yılında kendi işyerimi açtım. Çocuk çantası, bayan çantası yaptım. Sanayi caddesi, sanayi iş hanında bir dükkân aldım. İki sene içinde dükkânımı, oturduğum evimi almıştım. Gece gündüz çalışıyor, işyerimde çalışan altı kişiyle bile aldığım siparişleri yetiştiremiyordum. Yorulmak nedir bilmiyor, işimden zevk alıyordum.
1975 yılında Ulus İş Hanı alt katta bulunan, çantacı dükkânını devir aldım. Böylece imalat ve dükkân birlikte gidiyordu. İstanbul'dan getirdiğim malzemeleri bir kaç atölyeye veriyor, orada da kendime fason imalat yaptırıyordum. İstanbul'a mal almaya gittiğimde, alış veriş yaptığım dükkânın sahibi bana, bont çantalardan almamı tavsiye etti. "Ben bunları satamam" dediysem de bana 6 tane çanta verdi. Bu çantaları vitrinime koydum ama altı ayda iki çanta satabildim. Stat Oteli’nin altında bulunan çantacıya mal veriyordum. Bir gün oraya gittiğimde, bont çantasına ihtiyacı olduğunu söyledi. Bendeki dört çantayı ona verdim. O dükkânda, iki ayda dört çanta satıldı. Parasını da bana ödedi. Bu olay üzerine, babamın dediği "Saman pazarında, cevahir satılmaz" lafı aklıma geldi. Kızılay’da bir dükkân alıp, kendime orada dükkan açmayı düşündüm. Karanfil Sokak’tan bir dükkân aldım. 1984 yılında oradaki dükkânımı açtım. Hedefim bakanlıklara hitap etmekti. Atatürk Bulvarı’nda Vakko, Beymen, Togo'nun mağazaları vardı. Bunun bir ucuda bizim sokağa ulaşır diye düşündüm. Kendim bizzat imalat işi ile uğraşmıyordum. Dükkânda sattığım malı, İstanbul'dan alıyor, bir kısmını Ankara’da anlaşmalı olduğum atölyelerde imal ettiriyordum.
MY- Deri size neyi hatırlatıyor.
AİS- Ben küçüklüğümden bu tarafa, babamın ayakkabıcı olması nedeni ile deri ile birlikteyim. Deri yazın serin tutar, kışın sıcak tutar. Hatta bir söz vardır. Soğuk hava dermiş ki -"Bir deri ben geri, bin keçe ben geçe." Gençken deriyi o kadar severdim ki, "Vasiyet edeyim de; ölürsem beni deriye sarıp gömsünler" diye düşünürdüm. Daha sonra bunun uygun olmayacağına kanaat getirdim. Deriye bu kadar düşkünlüğüm vardı.
MY- Deri ile sanatı birleştirirsek, ortaya ne çıkar?
AİS- Deri imajdır. Görünüştür. Önceden erkekler şalvar giyerlerdi. Şalvarın derin cepleri olurdu. Erkekler günlük hayatta kullanacaklarını, rahatlıkla şalvarın ceplerine koyarlardı. Talebelerin nadiren okul çantası olur, defter kitaplarını beze sarıp, okula götürürlerdi. Askere tahtadan yapılan bavul ile gidilirdi. Bayanların cepleri de yok. Ama yanlarında taşımaları gereken birçok aksesuarları var. Günümüzde erkekler ve bayanlar, yanlarında çantaları olmadan, evden çıkmıyorlar. Her talebenin çantası, yolcunun elinde bavulu mevcuttur. Çanta ve bavullar, suni ve gerçek deriden imal edilmektedir. Tabiî ki gerçek derinin görünüşü de, imajı da bambaşkadır.
Kızılay'daki işyerimde çanta pazarlama işi ile uğraşıyordum. İmalatım yoktu. Ben sanatımın aşığıyım. Çantayı imal edip, karşısına geçip bakmak bana doyumsuz bir zevk veriyor. Bu sebeple Kızılay'daki işyerimi kiraya verip, Balgat’ta yeniden çanta imalat atölyesi açtım. Yaptığımız imalatı, İstanbul'da bulunan bir mağazaya veriyorum. Orada pazarlanıyor.
MY- Başarılarınızı neye borçlusunuz?
AİS- Ustamdan sanatı, çalışmayı öğrendim. Bu arada başka ustaları da takip ettim. Esnaf olarak, yaptığın iş sağlam olacak. Yaptığın işin hakkını vereceksin. Evin olacak, işin olacak, eşin olacak. Her yolu bileceksin, doğru yoldan gideceksin. Her yolu bilmezsen kötülerin, yanlış yapanların oyuncağı olursun. Beni de hataya düşürdükleri oldu. Sendeledim ama yıkılmadım. Yaptığın işi sevip, sebat edeceksin. Yaptığın işi seversen, işin güzel çıkar. Bir deriyi ele aldığımızda, bunun her yerinin ayrı yerde kullanılması, en ufak zayiat verilmemesi gerekir. Mesela derinin karın kısmı incedir. Burayı çantanın körük kısmında, yük taşımayan kısmında kullanacaksın. Sırt kısmı kalındır. Güneşin karşısında, kamcı, sopa darbesi ile kalınlaşmıştır. Burayı çantanın ön kısmında, yağmura güneşe karşı gelecek kısmında kullanacaksın.
Ben alış veriş yaptığım mağazalarda, birinci sınıf müşteri olmaya çalışırım. Bunun içinde verdiğin sözü tutup, borcunu vaktinde ödemen gerekmektedir. Bir zamanlar Kazlı Çeşme’de işçiler grev yaptılar. Piyasada deri bulunmaz oldu. Ama birinci sınıf müşteriler hiçbir yokluk çekmeyip, istediği malı bulup, işine devam etti.
MY- Gençlere, sizden sonra bu mesleği devam ettireceklere neler dersiniz.
AİS- Bizim mesleğimiz tamamen emeğe dayalı, sabır işidir. Emeğe dayalılık şimdi teşvik görmüyor. Ben çırak, usta bulamıyorum. Diyorlar ki bu sanatın okulunu kuralım. Okulla bu iş olmaz. Bizzat işin içinde, bu işyerlerinde çocukların yetişmesi, toplumun da sanatkara gereken önemi vermesi gerekiyor.